- Katılım
- Nis 6, 2023
- Mesajlar
- 142
- Etkileşim
- 2,468
- Puan
- 93
- Yaş
- 44
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- forumdas.com.tr
- F-D Coin
- 107,194
Abdülkadir Geylani Hazretleri
Büyük İslam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır.
İran'ın Geylan şehrinde 1078 (h.471) yılında doğdu. Babası Ebu Salih Musa Cengidost'tur. Hazret-i Hasan’ın oğlu Hasan-ı Müsenna'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Geylani hazretleri, hem seyyid, hem şerifdir. 1166 (h.561) yılında Bağdat’ta vefat etti. Türbesi Bağdat’tadır.
Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şafii mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
Arapça’da “el-Cîlî”, Farsça’da “Gîlî” veya “Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telafüz edilen nisbesiyle şöhret bulan bu yüce şahsiyetin tam adı, Muhyiddin Ebû Muhammed Abdulkâdir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî’dir.
Tarikat ehli katında “imam-ı eimme”, şeriat ehli katında da “mahbub-u sübhanî” ve muhyiddin lakablarıyla meşhur olmuşlardır.
470/1077 tarihinde Hazar denizinin güney batısındaki “Gîlân” eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu.
Geylanî için “Aşk ile doğdu, kemâl ile yaşadı ve kemâl-i aşk ile öldü” diyerek tarih düşürülmüştür ki, ebced hesabına göre “aşk” 470, “kemal” 91, “kemal-i aşk” ise 561’e tekabül etmektedir. Buna göre Geylânî 470’de doğmuş 91 senelik bir ömürden sonra 561 tarihinde vefat etmiştir.
Nesebi ana tarafından Hz.Hüseyin’e, baba tarafından Hz.Hasan’a ulaşmaktadır.
Babası Ebû Salih Musâ’nın dindar bir kişi olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Devrin tanınmış zâhid ve sufilerinden olan Ebû Abdullah es-Savmaî’nin kızı olan annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbâr Fatıma’nın kadın velilerden olduğu kabul edilir.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesinin himayesinde büyüdü.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Tahsili
İlk tahsiline Gîlân’da başlayan ve daha küçük yaşlarda büyüklüğüne işaret eden keramet ve alametler gösteren Abdülkâdir, onsekiz yaşına gelince ilim tahsili için annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti.Geylânî’nin Bağdat’a ilim tahsili için gittiği tarih(488/1095) aynı zamanda Gazzali’nin Nizamiye Medresesi’ndeki görevini terkederek Bağdat’tan ayrıldığı tarihtir.
Orada devrin meşhur hadis, fıkıh ve edebiyat alimlerinden ilim tahsil etti ve kısa zamanda usul, fürû ve mezhebler konusunda geniş bilgi sahibi oldu.
Kısa zaman içinde kazandığı üstün şöhreti, yıldırım hızıyla yayılmış ve her tarafı kuşatarak, ilmen zamanının önderi ve imamı olmuştu. Hanbelîlerin mezhebine bağlı olduğundan,15 “Hanbelîlerin tabi olduğu şeyh” denilebilecek bir seviyeye yükselmiş, kendisinden istifade eden pek çok alim ve fakih yetişmeye başlamıştır.
Ancak o, Hanbelî mezhebinden olmasına rağmen Hanbelî ve şâfiî mezhebine göre fetva verir, verdiği fetvalarla fakihleri hayran bırakırdı.
Rivayete göre rüyasında; Ahmed b. Hanbel, Abdülkâdir Geylanî’den o sıralarda zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, O da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmış, bundan dolayı kendisine “Muhyiddin”(Dini ihya eden) ünvanı verilmiştir.
Bağdatta bir süre Ebû Hanife’nin türbedarlığını yaptığı da rivayetler arasında yer almaktadır.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Tasavvufa İntisabı
Bağdat’da Hocası Ebû said Ali b. el-Mübarek el-Mahzumî’ nin kendisine tahsis ettiği Babülerec’deki medresede tefsir, hadis, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimler okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak halvete çekildi.Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda şeyh Ebû’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs(ö.525/1131)’ın sohbetinde bulunmuş, ilk intisabını bu zata yapmıştı. Onun yanında gerçek mücahidlere yakışır bir süluk çıkaran Geylânî, rivayete göre bilahare bu zata damad olmuştur.
Debbâs’dan aldığı tarikat yolunu kadı Ebi Said el-Mübarek el-Mahrumî’nin yanında kemale erdirmiş ve ondan icazet almış, tarikat hırkasını da onun elinden giymiştir.
Geylanî Bağdat ve Kerh civarında yirmibeş seneye yakın inziva hayatı sürdürmüştü. Son halvette, tam kırk gün hiç bir şey yiyip içmediği gibi, her hangi bir kişi tarafından yedirilinceye kadar da yememeğe azmetmişti.
Geylanî bu şekilde maddi ve manevi kemale erdikten sonra 520/1126 senesinde Bağdat’a dönerek yeni baştan vaaz ve nasihat toplantılarında aşk ve irfan erbabına hakikat ve marifet öğretmeye başladı.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin İrşad Hususiyetleri
Sufi Yusuf Hemedanî’nin tavsiyesi üzerine tekrar cemaate vaaz vermeye başladığında ancak bir kaç kişiye hitab ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Babülhalbe’deki bir camiye nakletti. Onun tesirli sözlerinden halk okadar memnun kalıyordu ki, burası da artık cemaati almaz olmuştu. Bu yüzden 528/1133 yılında bazı ilavelerle medrese genişletildi ve Abdülkâdir’in ismine nisbet edilerek öğretime yeniden açıldı.Cemaatin mütemadiyen çoğalması üzerine, açıktan vaaz etmek zorunda kaldı. Bu vaazları dinlemek için yetmişbin kişinin Bağdat’a geldiği ve arka safta bulunan dinleyicilerin ön saftakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Sonraları orası da halkı almayınca yüksek bir tepenin üstüne büyük bir kürsü koydular ve oradan kendisini takibetmeye başladılar.
Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vadettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.
Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah”(Allah’ın şahini) ve “el-Bâzu’l,eşheb”(avını kaçırmayan şahin) ünvanıyla da anılmıştır.
Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam etttiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldığı zaman söyledikleri “Medet yâ Abdülkâdir!” sözü tarikat geleneği halini almıştır.
Onun meclisinde, yaptığı kötülüklere tevbe eden, nadim olan yol kesiciler, katiller, fasıklar, itikadı bozuk ve sapık olanların yanısıra, çoğu kere orada müslüman olan Yahudi ve Hristiyanlara da raslanırdı. Rivayete göre onun vasıtasıyla beşbinden fazla Yahudi ve Hristiyan, yüzbinden fazla eşkiya tevbe etmiştir.
Hülasa onun insanların ruhlarına, düşüncelerine hitab eden daveti bütün İslâmtoplumunu etkilemiş, ölü düşünce ve ruhlar yeniden canlanarak, toplum içinde üstün bir ahlak ve fazilet hareketi başlamıştır.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Şemail ve Ahlakı
Abdülkâdir Geylânî orta boylu, geniş omuzlu, açık alınlı, ince bedenli, buğday benizli idi. Saçlarını omuzlarını örtecek kadar uzatırdı. Sesi gür ve heybetliydi. Çok şık giyinir, talebeleri dahil kimseden bir şey kabul etmezdi. Küçük çocuklarla, kölelerle sohbet eder, fakirlerle oturup kalkardı.Geylânî, gözü yaşlı, aşırı derecede heybetli, dua ve niyazı kabul olunan, üstün ahlaklı, hoş ve güzel damarlı idi. Kitablar, O’nun gavsiyyetine layık kerametleri ve irfan dolu beyanlarından dökülen ilahi hikmetlerle doludur.
Medine-i Münevverede bulundukları zaman kırk gün huzur-u saadette ellerini ğöğsüne koyarak ayakta durdukları rivayet edilir.
Cuma günleri camiye yahut tekkesine çıkar onun dışında evden dışarı çıkmazlardı.
Yatsı abdesti ile sabah namazı kıldığı, abdesti bazulduğunda vakit geçirmeden yenileyip sonra aldığı abdestle iki rekat namaz kılardı.
Daha sağlığından itibaren kendisinden bir çok keramet nakledilerek kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Ailesi ve Çocukları:
Suhreverdi onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Çocukları hakkında ise değişik rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetler ila 18 kadar olduğu şeklindedir.Adetleri kaç olursa olsun onlar hakkında ifade edilen görüşlere göre herbiri başta babaları olmak üzere zamanlarının büyük alimlerinden dini ve şer’i ilimleri tahsil etmişler ve babalarından tarikat hırkası giymişlerdir.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Tasavvuf anlayışı ve Tarikatı:
Abdülkâdir Geylanî’nin tasavvuf anlayışı, şeriate ve dinin zahirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur'an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zahidin hayatında görülebilecek derunî haller dini ölçülerin dışına taşmamalıdır.Müridlerine hep tabi olun bidat yoluna sapmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, sabredin; sızlanmayın, günahtan temizlenin, kirlenmeyin, zikir halkasına toplanın ve mevlanızın kapısından ayrılmayın” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.
O diğer İslâm mutasavvıfları gibi dünya ve ahiret nimetlerini, kul ile Allah arasında bir perde sayar ve mutasavvıfın bu nimetleri değil, fakat Allah’ın Zâtını hedef sayması lazım geldiğini söylerdi.
İbn Arabî tarafından da “kutub” ve “insan-ı kamil” olarak tavsif edilmiştir.
Müridleri onu “sultanü’l-evliyâ” sayarlar ve ismine “Müşâhidullah”, “Emrullah”, “Fadlullah”, “Emanullah”, “Nurullah”, “Kutbullah”, “Seyfullah”, “Fermanullah”, “Burhanullah”, “Ayetullah”, “Gavsullah” veya “Gavs-ı Âzâm” sıfatlarını eklerler.
Hülüsa tasavvuf anlayışı itibariyle Gazzali’nin geliştirmiş olduğu sünnî tasavvufun onun tarafından devam ettirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Müessesevî bir karektere malik bir ocak olarak ortaya çıkan ilk tarikat genel kabüle göre Abdülkâdir Geylânî tarafından kurulan Kâdiriliktir.
Kendisinden sonra gelenlerce, başta İslâm Dünyasında ve diğer ülkelerde yaygınlığı itibariyle ilk üç tarikatten biri olan kâdiriyye de zikir usûlü olarak cehrî(aleni ve sesli) zikir esas kabul edilmiştir. Silsilesi Hz.Ali vasıtasıyla Peygamberimize ulaşmaktadır.
Tarikatın beş esası vardır: Himmeti yüce olmak, haramdan sakınmak, hizmeti güzel yapmak, azimetten ayrılmamak, ruhsatı bırakmak ve nimete saygılı olmak.
Geylânî’nin yetiştirdiği yüzlerce halife ve binlerce talebesi İslamı geniş coğrafyaya yaydılar. Tarikatı İspanya’ya, ve Gırnata’nın düşüşü üzerine de Fas’tan başlayarak bütün afrikaya yaydılar. Hindistan ve Çin’de İslâm’ın yayılmasında yoğun çaba harcadılar.
Kadirilik tarikatı Anadolu’ya Eşrefoğlu Rumî, İstanbul’a ise İsmail Rûmî tarafından girmiştir. Bu zatların her ikisi de pir-i sani diye anılmışlardır.
İslâm dünyasında en fazla yayılma şansına sahip olan bu tarikat bugün hala canlı bir tasavvufi hayatın öncülüğünü yapmakta ve yoğun bir faaliyet göstermektedir.
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Eserleri:
Menâkıb kitabları Gelanî’nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder. Bu gün ona nisbet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır. Ancak bunların büyük bir kısmının ona ait olmadığı kesinlik kazanmıştır.Geylânî eserlerinde son derece sade bir uslub kullanır. Tema olarak ağlatıcı ürpertici konuları tercih eder. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. İnsanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâmalemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür. Bu eserler sıhhatli tercemeleri yapacak dirayetli insanları beklemektedir.
1- el-Gunye li-Tâlibî Tarîki’l-hak
2- el-Fethü’r-Rabbânî
3- Fütûhu’l-Gayb
4- el-Füyûzâtü’r-Rabbâniyye fi Evrâdi’l-Kâdiriyye
5- Mektubât
6- Cilâü’l-Hâtır min Kelâmi şeyh Abdülkâdir
7- Sırru’l-Esrâr ve Mazhâru’l-Envâr
8- ed-Delâil
9- es-Sirâcü’l-Vehhâc fi leylet’l-Mi’rac
10- Akidetü’l-Bazi’l-Eşheb (TDV İslam Ansiklopedisi)
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Bazı Hikmetli Sözleri
“İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.”***
“Ey oğul! Nefsine karşı cihâdında sana yardım eden kimseyle arkadaş ol, onun sohbetinde/dostluğunda bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma!” (Fethu’r-Rabbânî)
***
“Ey oğul! Eğer câhil, ikiyüzlü, münâfık, hevâ ve heveslerinin peşinde giden bir şeyh (müteşeyyih ile arkadaş olur, onun sohbetinde bulunursan; o senin nefsinin azmasına yardımcı olur. Bu tip şeyhlerin sohbeti, senin aleyhine olur. Hakîkî şeyhler, dünya ve dünyalık için sohbet etmezler. Bilâkis âhiret için, mü’mini Allâh’a götürmek için sohbet ederler.” (Fethu’r-Rabbânî, sf. 335.)
***
“Kim ki dînin esaslarını kendi yaşayışında tatbik etmediği hâlde, kalbinde hikmet nurları bulunduğunu iddia ederse o, yalancıdır. Zira şurası iyi bilinmelidir ki dînin/şerîatin şahitlik etmediği her hâl, zındıklıktır.” (Fethu’r-Rabbânî, sf. 303.)
***
“İnsanları irşâd etmek, lâfla değil, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyakla gerçekleşir. Yine bütün bunlar; halvet, ibadet, zikir, riyâzat ve murâkabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve gösterişten öteye geçmeyen ve rûha asla işlemeyen birtakım davranışlarla elde edilecek neticeler değildir.”
“Önce kendi nefsinle meşgul ol, kendi nefsine faydalı ol ve kendi nefsini düzelt. Sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı hâlde kendini eritip bitiren mum gibi olma!”
***
“Ey oğul! Dünyalık toplarken, gece odun toplayan, fakat eline ne geldiğini bilmeyen kişi gibi olma. Eline geçen dünyalığın helâl mi haram mı, meşrû mu yoksa gayr-i meşrû mu olduğuna dikkat et. Bütün fiillerinde tevhid ve takvâ güneşi ile beraber ol!”
***
“Bak evlâdım! Haram yemek, kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zâhidi yapar, seni dünya ve âhiretin Hâlıkı’na yöneltir.”
***
“Sen ey zengin kişi! Allâh’ı unutup hep maddî servetinle iştigâle dalma! Zira muhtemeldir ki yarın gelir, fakat sen fakir düşmüş olursun.”
***
“Bütün varlığınla Rabbine yönel. Yarın endişesini, dünün yanına terk et. Zira muhtemeldir ki yarın geldiği zaman, sen ölmüş olabilirsin.”
***
“Ey oğul! Allah seni bâzı belâlara dûçâr eder. Bunun sebebi şudur: Acaba sebeplere dayanıp O’nun kapısını terk mi edeceksin, yoksa O’nun kapısına mı yapışacaksın? Acaba zâhire mi dayanacaksın, yoksa bâtına mı? Acaba idrâk edilene mi güveneceksin, yoksa idrâk edilemeyene mi? Acaba görünene mi yöneleceksin, yoksa görünmeyene mi?.. Sana verilen mârifet, hüner ve muvaffakıyetleri, nefsinden mi bileceksin, Hak’tan mı?..”
***
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin naklettiği şu menkıbe ne kadar ibretlidir:
Adamın biri, bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Efendi:
“–Benim evimde neler yemek istersin?”
Köle:
“–Ne verirsen onu.”
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”
“–Ne giydirirsen onu.”
“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”
“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”
Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:
“–Keşke ben de kulu olduğum Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne mutlu olurdum!..”
Bu arada köle dedi ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..”
Bunun üzerine efendi:
“–Seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim. (Zira sen bana kulluk âdâbına dâir büyük bir ders verdin.)” dedi.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bu kıssanın akabinde buyurur ki:
“Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır, O’na gerçek bir muhabbetle teslîm olur, O’nun kendisi için takdîr ettiği hâle rızâ gösterirse, onda ne irâde kalır ne de ihtiyâr. O artık yalnız şöyle der:
«–Allah’tan (O’nun murâdı dışında bir) istekte bulunmak benim neyime?!»”(Abdülkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî)
***
“Ramazan ayına tâzîm, onda takvâ sahibi olmakla ve şerîatin bütün esaslarına riâyet etmekle beraber, Ramazan orucunu da sırf Allah rızâsı için tutmakla mümkün olur.”
***
“Ey oğul! Oruç tut. Akşamleyin iftar ederken, iftarlık yiyeceğine fakirleri de ortak et; onlara da yedir, içir. Tek başına yiyip içme! Zira tek başına yiyip içerek başkalarına ikramda bulunmayan kişinin, fakir olup dilenciliğe düşmesinden korkulur…”
***
“Ey ahâlî! Siz tıka-basa yiyor, doyuyorsunuz. Hâlbuki yanı başınızda aç komşularınız var… Birinizin önünde birçok yiyecek var, elinde imkânları var; malı-mülkü, serveti var; hem kendisine, hem de ailesine yetip de artacak kadar… Kapısında veya yanı başında ise muhtaçlar var. Buna rağmen o, bu ihtiyaç sahiplerini eli boş olarak geri çevirir. Hâlleriyle hiç alâkadar olmaz bile…
Fakat sen, ey böyle hareket eden kişi! Yakında haberini görürsün! Yakında sen de, eli boş geri gönderdiğin veya hâlleriyle hiç ilgilenmediğin o muhtaçlar gibi olursun. Sen nasıl ki vermeye gücün yettiği hâlde vermedi ve eli boş geri çevirdiysen, aynen sen de öyle geri çevrilirsin!..”
***
“Ey ahâlî! Gündüz aç ve susuz durup akşamleyin haram kazançlarla yiyip-içmek size ne fayda verecek? Gündüzleyin oruç tutarsınız, geceleyin günah işlersiniz. Ey haram yiyenler! Siz, gündüzün su içmekten kendinizi alıkoyarsınız. Sözde oruç tuttuğunuz için gündüzün su içmezsiniz. Akşam olunca ise, müslümanların kanları üzerine iftar edersiniz…”
***
“Ey gâfil, uyan! Sana gelen bu ayda uyan ve ibret al! Uyuklamandan ve gaflet hâlinden kurtul da karşına çıkan büyük nîmete bir bak! Hiç olmazsa, Ramazan ayının kalan kısmını tevbe ile, Allah Teâlâ’ya dönüşle tamamla. Bu ayda, istiğfar ve tâat hazırlığı yap. Ola ki bu sayede, rahmet ve şefkate erersin.”
***
“Fitre vermek, oruçlu için bir temizleyicidir… Oruçlunun eksiklerini tamamlar; sevâbını ikmâl eder. Tıpkı; işlenen günahlara tevbe-istiğfar gibi, yanlış kılınan namaz için yapılan sehiv secdesi gibi…”
***
“Çalışan kimseye, işini bitirince ücreti verilir. Biz, (Ramazan ayındaki) amellerimizi bitirdik. Keşke bilseydim; orucumuz ve namazımız makbul mü olacak, yoksa yüzümüze mi vurulacak?
Keşke bilseydim; aramızda makbul olan kim? Kendisini tebrik ederdik. Reddolunan kimdir? Onun da tâziyesine giderdik.”
***
“Ramazan ayını, akan gözyaşları ile uğurla. Âh edip inleyerek ham nefsine ağla! Nice oruçlu vardır ki bir daha oruç tutamayacak hâle gelecektir. Nice namaz kılan vardır ki; kıldığından başka namaz kılamayacaktır.”
***
“Ey gâfil! Hani senin gözyaşların?.. Tevbeni hangi yıla bırakıyorsun? Gelecek seneye mi?.. Hiç de öyle değil; ömür süreleri senin elinde değil. Onun miktarını bilmek de sana düşmemiştir!
Öyle ümit besleyenler vardır ki; arzusuna kavuşacağını ummuş ama ona ulaşamamıştır…
Niceleri, bayram için koku hazırlamıştır; ama onu kabrinde koklamıştır. Bayramına temiz elbise hazırlayan nicelerine, bu hazırladığı kefen olmuştur…
Niceleri var ki; tuttuğundan başka oruç tutamamıştır. Hâlbuki daha başka Ramazan ayları görüp yine oruç tutmayı umuyordu.
Ey Allâh’ın kulları! Şunu biliniz ki, siz büyük bir aydan ayrılıyorsunuz. Fazîletli, kerîm bir ayı geride bırakıyorsunuz.
Hele bir düşünün; sizden evvel gelip de oruç tutan, namaz kılan ve emirleri yerine getirenler neredeler? (Siz de bir müddet sonra nerede olacaksınız?!.)”
***
“Mü’min kulun bayramı, Rahmân olan Allâh’ın rızâsıdır…
Mü’min kul, bayramına giderken; başında hidâyet tâcı, gözlerinde ibret nazarı, kulaklarında hakkı dinlemek, dilinde tevhid şehâdeti, kalbinde mârifet ve yakîn, boynunda İslâm örtüsü, belinde kulluk kuşağı vardır. Mü’min kulun feyiz kaynağı; mihraplardır, mescitlerdir… Mü’min kulun bayramı; Allah Teâlâ’ya karşı tazarrû ve niyazdır…”
***
“Bayram denince; güzel şeyler giymek, tatlı yemekler yemek, lezzetlere, eğlenceye dalmak akla gelmemelidir.
Asıl bayram; tâatin makbul olduğunun bilinmesi; günahların ve hataların bağışlandığının anlaşılması; kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi; yüksek derecelere ermenin müjdesini almak; iyilik, ihsan ve ikramlara nâil olmaktır.”
***
“Ey Allâh’ın kulları, bir kimse nefsini Ramazan ayında kötülük işlemekten alıkoyduysa, bunu Ramazan’dan sonraki aylarda da sürdürsün. Zira Ramazan ayının da, Ramazan’dan sonraki ayların da Allâh’ı birdir. O, her iki zamana da muttalîdir.”
***
“Ey oğul! İlmin sana her an (lisân-ı hâl ile) sesleniyor ve diyor ki:
«Eğer benimle amel etmezsen; (âhirette) senin aleyhinde bir şahit ve delil olurum. Yok eğer benimle amel edersen, bu takdirde senin lehinde bir şahit ve delil olurum…»”
***
“Kendin hakkında, kendin üzerinde tefekkür et. Tefekkür, kalbin yapacağı işlerdendir. Eğer kendini bir iyiliğe nâil olmuş görürsen, şânı yüce olan Allâh’a şükret. Tersine, eğer bir kötülük görürsen, ondan ötürü de tevbe et.
İşte bu tefekkür sayesinde dînin ihyâ olur, şeytanın da gücünü kaybeder. Bundan dolayıdır ki; «Bir saatlik tefekkür, bir gecelik nâfile ibadetten daha hayırlıdır.» denilmiştir.”
***
“Ey oğul! Allâh’a ulaşma yolunda, yine Allâh’ın fiillerini delil edin. Nasıl ki herhangi bir sanat eserinden bu eserin sanatkârına intikal ediliyorsa, aynen bunun gibi, Allâh’ın acâyip, garâip ve muazzam bir sanatı olan bu kâinâta ibretle bakmak sûretiyle de Allâh’a ulaşılabilir.”
***
“Sizin dîninizin ortadan kalkmasının dört sebebi vardır:
Birincisi: Bildiklerinizle amel etmemenizdir.
İkincisi: Bilmediklerinizle amel etmenizdir.
Üçüncüsü: Bilmediklerinizi öğrenmeyip câhil kalmanızdır.
Dördüncüsü: Diğer insanların, bilmedikleri şeyleri öğrenmelerine engel olmanızdır.”
***
“Ey oğul! Takvâya sarıl, müttakî ol. Şerîatin esaslarına sarıl; nefse, hevâî arzulara, şeytana ve kötü kişilere muhâlefet et, onlara uyma!
Mü’min, bu hususlarda dâimâ cihad hâlindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz, kılıcı aslâ kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz…”
***
“Şurası iyi bilinmelidir ki, (ilâhî sırları gizleyen) perdeler, ancak fânî varlıklardan, nefsânî ve şeytânî duygulardan arınmış kalpler üzerinden kaldırılır. Fânîlere bağlanan, nefsânî ve şeytânî heveslerden arınmayan kalplerden ise perdeler kalkmaz. Dolayısıyla bu durumdaki kalpler, ilâhî sırları müşâhede edemezler. Kalp gözünden perdeler kaldırılan kişinin eline ise yeryüzü hazinelerinin anahtarları tevdî edilir. Ne var ki artık onun nazarında, moloz taşları ile inci-zümrüt taşları arasında bir fark yoktur.”
***
“Takvâ sahibi, Allâh’a kulluğu külfet addetmez. Zira ibadet, yani kulluk, artık onun tabiatı olmuştur. O, kendisine herhangi bir külfet gelmeksizin, hem zâhiri ile hem de bâtını ile Allâh’a kulluk eder…
Münâfığa gelince, o her hâlinde kendisini bir külfet içinde addeder. Bilhassa Allâh’a ibadet/kulluk esnâsında. Allâh’a ibadeti, bir külfet hâlinde ve zâhiren yapar. Fakat bâtınen onu terk eder. Müttakîlerin girdiği yere girmeye aslâ gücü yetmez…”
***
“Yazık sana ki Kur’ân’ı ezberliyorsun da onunla amel etmiyorsun! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu, ahlâkını, hadîs-i şerîflerini ezberliyorsun, fakat onlara uymuyorsun!.. Niçin böyle hareket ediyorsun?! Niçin halka nasihat ediyor, fakat kendin yapmıyorsun?! Niçin onları haramlardan men ediyor, fakat kendin kaçınmıyorsun?!.”
***
“Te’vil ve ruhsat yollarında dolaştığımız müddetçe kurtuluşa giden hiçbir netice elde edemeyiz. Himmet yok, gayret yok, kararlılık yok, azîmet yok, azîmet ehli yok… Bu yoklardan sonra ne var olabilir ki?!.”
***
“Ey Allâh’ın nîmetleri içinde yüzüp duranlar! Hani sizin şükrünüz? Ey nîmetlerini Allah’tan bilmeyip fânîlerden bilenler! Siz, kâh olur O’nun nîmetlerini başkasından bilir, kâh olur sırf kendinizden bilir, onlara kendi gücünüzle nâil olduğunuzu sanarak, aslında hiç de sahip olmadığınız birtakım güçlere mâlik bulunduğunuzu zannedersiniz. Hattâ kimi zaman, o nîmetleri Allâh’a karşı günah işlemekte kullanırsınız… (Bu nasıl kulluktur, nasıl şükürdür!?)”
***
“Ey gâfil! Sen, Allâh’ı ancak nîmet içinde bulunduğun zamanlar seversin. Belâ-musîbet geldiği an ise, sanki Allah senin dostun değilmiş gibi O’ndan kaçarsın.
Kişinin ne olduğu, imtihan sırasında ortaya çıkar. Eğer Allah’tan belâlar-musîbetler geldiği zaman, daha önceki hâlinde sâbit kalabiliyorsan, işte bu takdirde sen O’nu seviyorsun demektir. Yok eğer musibetler gelmeye başlayınca sende değişiklik oluyorsa, yalanın ortaya çıkmış olur. Daha önce kendinde var olduğunu iddiâ ettiğin Allah sevgisinin gerçekte var olmadığı anlaşılır ve o beyânın yıkılır gider.”
***
“Allâh’ın hakkınızdaki takdîri olarak başınıza gelenleri ötekine-berikine söyleyerek Allâh’ı onlara şikâyet eder duruma düşmeyin. Zira hiç şüphe yok ki böyle bir hareket, size daha çok belâlar getirir.
Siz, Allâh’ın mülkünde O’ndan şikâyetçi olmayın. Bilâkis, sessiz, sâkin ve mütevâzı olarak O’nun huzûrunda durun ve sizin için neler takdir ettiğini ve neler yapacağını sabırla bekleyin. Şerleri hayra tebdîl etmesine sevinin.”
***
“Tevbe et, Allah yoluna uymayan fiil ve hareketlerden vazgeç. Aynı zamanda, tevbende de sebât et. Mesele sadece tevbe etmek değildir. Sadece tevbe etmiş olmak, işi halletmez. Asıl mesele, tevbede sebât etmektir. Nitekim bir ağaç dikmekte esas olan da, ağacı dikmek değildir. Asıl mesele, dikilen ağacı büyütmek, meyve verir hâle getirmek ve dâimî bir sûrette güzel meyve vermesini temin etmektir.”
***
“Tevbe, dînin emrettiği amelleri işlemek sûretiyle uzuvlar temizlendikten sonra, kalp ile yapılacak bir ameldir. Tevbe, kalbin amellerindendir. Yani önce şerîatin emrettiği ameller işlenir ve işlenmeye devam edilir. Böylece kişinin uzuvları bu amellerle temizlenmiş olur. Bu arada kalp de günahlardan tevbe eder.”
***
“Zorluk ve güçlük gelince hemen günahlarınıza tevbe ediniz. Kendi kendinizi hesâba çekiniz. Şurası muhakkak ki, Aziz ve Celil olan Allah, kullarına aslâ haksızlık etmez, zulmetmez…”
***
“Ey oğul! Dünyadaki bütün himmet ve gayretin; yemek-içmek, giyinmek, evlenmek, güzel ve rahat evlerde oturmak, mal-mülk ve servet toplamaktan ibâret olmasın. Bütün bunlar, nefsin rağbet ettiği şeylerdir.
Öyleyse kalbe mahsus himmet ve gayret nedir? Kalbin himmet ve gayreti, Allâh’ı aramaktır. Onun rağbet edeceği yegâne şey budur. Senin himmet, gayret ve rağbet edeceğin şey, senin için en mühim olandır, sana ehemmiyet verendir, yani Allah Teâlâ’dır. O hâlde senin ehemmiyet verip rağbet edeceğin şey de, Rabbin ve O’nun nezdindeki olmalıdır.”
***
“Ey ahâlî! Allah’tan hakkıyla hayâ edin de gâfil olmayın. Ömürleriniz geçiyor, zamanınız tükeniyor. Yiyemeyeceğiniz, yemeye ömrünüzün yetmeyeceği mal-mülk ve servet toplamakla meşgulsünüz. Elde edemeyeceğiniz, ulaşamayacağınız şeyleri emel edinmekle meşgulsünüz. İçinde oturamayacağınız binalar yapmakla meşgulsünüz. Bütün bunlar, Rabbinizin huzûrundan sizi alıkoymasın!..”
***
“İnsanlarla hoş geçinmek ve dînin hudutlarını aşmamak şartıyla onlara muvâfakat etmek iyidir, mübârektir. Fakat bu muvâfakat ve hoş geçinme, eğer ilâhî hudutları aşarak ve Allâh’ın rızâsını çiğneyerek olursa, o zaman iyi değildir… Dînin hudutlarını çiğneme pahasına diğer insanlara muvâfakat etmek ve onlarla hoş geçinmek, kişiye hiçbir şeref kazandırmaz!..”
***
“Siz, ölmeden önce nefislerinizi, yani hevâî arzularınızı, şeytanlarınızı öldürmelisiniz. Size, bilinen ve herkese şâmil olan ölümden önce, husûsî ölüm gerek. Siz, rûhun bedenden ayrılması mânâsındaki ölümden önce, kendinizde mevcut bulunan kötü hasletleri öldürmelisiniz…”
***
“Nasıl ki nefs, izzet ve celâl sahibi Hakk’a karşı çıkıyor, O’na itaat etmiyorsa, aynen bunun gibi, sen de nefsinin arzularına râm olma, ona itaat etme! Nefsine karşı çıkıp onu dinlememe irâdesine sahip olduğun zaman, hak olmayan hususlarda başkalarını dinlememeye de muktedir olabilirsin.”
***
“Kim ki nefsine bir kadir-kıymet payı ayırırsa, bilsin ki bu takdirde kendisinin kadri-kıymeti yoktur!”
***
“Amelleriniz, hakkınızdaki en güzel şâhitlerinizdir. Allah, kullara aslâ zulmedici değildir. Azıcık iyi amele, çok mükâfat verir. Kötü huylardan sâlim-berî olan birine aslâ fâsid demez. Sâdık, dürüst, doğru birisini de aslâ yalancılıkla isimlendirmez…”
***
“Ey oğul! Gâfil kişilerle arkadaşlık etmen, sâlih kişiler hakkında seni sû-i zanna düşürür. Hep gaflete dalan kimselerle beraber oldukça, hayırlı ve sâlih kişiler seni de kötü biri olarak görürler. Ayrıca sen de, kendileriyle arkadaşlık etmiş olduğun gâfil kimselerin tesiriyle, sâlih ve hayırlı kişiler hakkında yanlış düşüncelere kapılabilirsin. Bu itibarla, şer ehliyle düşüp kalkma!”
***
“Menfaat düşünceleriyle dâimâ insanlara yönelmek, Cenâb-ı Hak’tan tamamen yüz çevirmek demektir. Kalbinden Allâh’a ortak yaptıklarını çıkarıp atmadıkça, sebeplere dayanıp güvenmekten sıyrılmadıkça, faydanın da zararın da insanlardan geldiği görüşünü terk etmedikçe, senin için kurtuluş yoktur…”
***
“İbrahim -aleyhisselâm- daha yola çıkmadan önce kendine dost edinmişti. Evden önce komşuyu bulmuştu. Yalnızlıktan önce arkadaşa sahip olmuştu. Hastalıktan önce ilâcı, belâdan önce sabrı, kazâ gelmeden rızâyı tedârik etmişti…
Yolunuzu İbrahim -aleyhisselâm-’dan öğrenin! Gerek sözlerinde, gerekse fiillerinde ona uyun!..”
***
“Her kap, içinde ne varsa dışarıya onu sızdırır. Senin amellerin; inançlarının delilleri, şâhitleri ve aynalarıdır. Dışın; içinin bir delilidir, şâhididir, aynasıdır… Zâhir, bâtının göstergesidir.”
***
“Büyük insanları yıkıp mahveden; ufak hatâlar, sürçmeler ve kaymalardır.
Zâhidleri mahveden, nefsânî-hevâî ihtiraslardır.
Hak erenlerini mahveden, halvet-yalnızlık anlarındaki kötü düşünceler, hatıra gelen kötü fikirlerdir.
Sadâkat ehlini mahveden, bir anlık kötülüklerdir.
Bu yüzden onların bütün meşgaleleri, kalplerini uygunsuz düşüncelerden muhafaza etmektir. Zira onlar, hükümdarın kapısında uyumaktadırlar…”
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Nasihatleri
Ey oğul! Sana takvâ gerek. Bu sebeple takvânın îcaplarını îfâya gayret et ki, kalbin iç düşmanlıklardan ve çirkin huylardan kurtulsun. Hayırla istikâmetlensin.Ey oğul! Dünyâlık toplarken, gece odun toplayan fakat eline ne geldiğini bilmeyen kişi gibi olma. Eline geçen dünyâlığın helâl mi haram mı, meşrû mu yoksa gayr-i meşrû mu olduğuna dikkat et. Bütün fiillerinde tevhîd ve takvâ güneşi ile berâber ol.
Ey oğul! Kur’ân ile amel etmek, seni Kur’ân’ın mevkîine yükseltir; oraya oturtur. Sünnet ile amel etmek ise, seni Allâh’ın Rasûlü’ne yaklaştırır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî ve mânevî himmetiyle, Allah dostlarının kalbleri çevresinden bir an dahî ayrılmazsın. Allah dostlarının kalblerini güzelleştiren O'dur.
Ey oğul! Haram yemek kalbini öldürür. Helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma vardır seni dünya ile; lokma vardır seni âhiretle meşgul eder. Yine lokma vardır, seni dünyâ ve âhiretin Yaratan'ına rağbet ettirir.
Ey oğul! Nefsinle cihâd husûsunda sana yardım edenle arkadaş ol. Onun sohbetlerinde bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma. Önce kendi nefsinle meşgûl ol, kendi nefsine faydalı ol ve kendi nefsini düzelt. Sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı hâlde kendini eritip bitiren mum gibi olma.
Ey Allah yolunda güzel ameller işlemek isteyen kişi! İhlâslı ol! Aksi hâlde, boşuna yorulmuş olursun.
İnsanları irşâd etmek, lafla değil, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyâkla gerçekleşir. Yine bütün bunlar; halvet, ibâdet, zikir, riyâzât ve murâkabe ile alınacak netîcelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve zâhirî gösterişten öteye geçmeyen ve rûha asla işlemeyen birtakım davranışlarla elde edilecek netîceler değildir. Bu sebeple, Allah yolunun yolcusunun dili ile kalbi, içi ile dışı, sözü ile özü bir olmalı ve aynı şeyi terennüm etmelidir. (Osman Nûri Topbaş, İmandan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları)
Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Bazı Menkîbeleri
Şeytanın Hilesi
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır:“Birgün gözümün önünde bir nûr peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken nûrdan bir ses geldi:
“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnûnum ki, bundan sonra sana haramları helâl eyledim.” dedi.
Ancak hitap biter bitmez ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhi’l-la‘ne- olduğunu anladım ve:
“–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nûr, benim için ebedî bir zulmetten başka bir şey değildir.” dedim.
Bunun üzerine şeytan:
“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben bu şekilde yüzlerce kimseyi yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.
Ellerimi ulu dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazlı olduğu idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.
Cemaatten bu hâli dinleyen birisi sordu:
“–Ey Abdülkâdir, onun şeytan olduğunu nereden anladın?”
Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- cevap verdi:
“–Sana, haramları helâl kıldım, demesinden!...”
Elhamdülillâh!
Rivâyete göre Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin ticâret kervanını harâmîler soymuşlardı. Gelip bunu kendisine bildirdiler. Bir müddet sükût ettikten sonra:“–Elhamdülillâh!” dedi.
Aradan az bir zaman geçmişti ki, yeni bir haber geldi:
“–Efendim! Kervanınız harâmîlerden kurtarıldı! Hiçbir zarar yok!”
Hazret-i Geylânî, yine bir müddet murâkabeye daldı ve tekrar:
“–Elhamdülillâh!” dedi.
Etrafındakiler, bu duruma şaşırdılar. Merakla sordular:
“–Efendim! Kervanın harâmîlerin eline geçtiğini duyunca «Elhamdülillâh» dediniz. Sonra onun kurtarıldığını işittiğinizde de yine «Elhamdülillâh» diyerek hamd ettiniz! Bunun hikmetini anlayamadık!..”
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, tebessümle şu cevabı verdi:
“–Kervanımın harâmîler tarafından gasp edildiğini duyunca gönlüme nazar ettim. Acabâ bir hüzün var mı, yani nazargâh-ı ilâhî olan kalbime dünya sevgisi bulaşmış mı diye kendimi yokladım. İçimde herhangi bir hüznün mevcut olmadığını görünce gönlümdeki Allah muhabbetinin dünya sevgisi ile zedelenmemiş olduğuna kanaat getirerek bu durumdan dolayı Cenâb-ı Allâh’a hamd ettim. Daha sonra kervanımın kurtarıldığı haberi gelince aynı şekilde hareket ederek bu defa kalbimde dünya malı dolayısıyla herhangi bir sevginin zuhûr edip etmediğine baktım. Böyle bir tehlikenin olmadığını müşâhede ile yine Rabbime hamd ettim...”