Adalet deyince bizde kısaca her hak sahibine hakkını eksiksiz verme anlaşılır. Bizdeki kullanılışı hem adaleti hem de “kıst”ı anlatır. Çünkü adalet, hukuku herkese eşit uygulama, kıst ise herkese hakkı olanı vermedir. Paylar her zaman eşit olmayabilir. Bu sebeple mesela miras eşit taksim edilmez ama “kıst” anlamında adildir.
Adalet üzerine konuşanlar onun farklı açılardan çeşitlerinden söz ederler: Yönetimde adalet, yargıda adalet, siyasi adalet, misliyle mukabelede adalet, sosyal adalet ve ailede adalet gibi. Bunların her birinin açılımı bizim şu andaki konumuz değildir.
Bizim için önemli olan bir de dinde adalet vardır. Çünkü din ancak adil olanlardan alınır. Dindeki adalet en azından farzları yapmak ve büyük günahlardan kaçınmakla oluşur. Mesela zaman zaman da olsa yalan söyleyen birisi adil sayılmaz ve onun rivayetine itibar edilmez. Bunu en ince noktalarına kadar götürenler hadisçilerdir. Onlara göre bir insandan hadis/dini bilgi alınabilmesi için onun; müslüman, aklı başında, mükellef, takvayı önceleyen ve İslam ahlakı ile kişilik (mürûet) kazanmış birisinin olması gerekir. Yalan söyleyen şöyle dursun, tedlis yapandan bile hadis alınmaz. Kendi grubunun, mezhebinin ya da cemaatinin propagandasını yapandan hadis alınmaz. Çünkü hadis dindir ve din onun grubunun söyledikleri değil, Resulullah’ın söyledikleridir. Böyle birisi kendi fırkasının görüşlerini destekleyen hadisler, uydurma da olsa onları alır ve din diye anlatır derler.
Tedlis bir râvinin, bilgisinin kaynağını gizleyerek hadisi anlatmasıdır. Okullardaki kopya meselesinde bu durum hep aklıma gelir. Çünkü ilahiyat öğrencisi insanlara dini anlatacak olan kimsedir. Peki, o sınavlarda kopya çekerse, yani aslında kendisinin olmayan bilgiyi kendisinin gibi sunarsa tedlis yapmış olmaz mı, diye hep düşünmüşümdür. Olursa onun anlattığı dine nasıl güvenilir?
İslam’a göre yargıda da şahitlerin çoğu zaman adil olması gerekir. Adil olmayan şahitlerin şahitliği kabul edilmez. Bu da işin ahlaki boyutudur ve bizim hukukumuzu diğerlerinden ayırır. Bunları bilen insanlar halk arasında ahlaklı tanınmak ve prim yapmak zorunda kalırlar.
Şimdi "Hakkı kim belirleyecek?" sorusuna, "Adalet nasıl gerçekleştirilebilir?" sorusunu da eklemeliyiz.
Bizce ahlakı ihmal eden bir hukuk adaleti gerçekleştiremez. Ahlak da Hâlık’tan bağımsız, sadece vicdanın oluşturacağı değerler değildir. Hâlık ile bağımlı olan ahlak ancak sevgi ve merhameti de beraberinde getirir. Sevmeden, merhamet etmeden başkalarının hukuku tam olarak teslim edilemez. Bunun için “Ahlak herkese hakkını verme kadar, aynı zamanda herkesin kendi hakkına razı olmasıdır.” dedik. Herkesin hakkını vermek iki şekilde olur; hukuki yaptırımla. Bu işin hukuki ve dünyevi boyutudur. Hak yemekten korkmakla. Bu da işin ahlaki ve imani boyutudur. Yani biz imanı da ahlaki alanda sayıyoruz. Bu ikisi birden olmadan gerçekleştirilmeye çalışılan adalet sevgiye ve merhamete değil, sadece kanun korkusuna dayalı, topal bir adalettir. Şöyle de diyebiliriz: Adaletin bir ucu sevgi ve merhamet, diğer ucu korkudur. Korku sadece kanuni yaptırım korkusu olursa bunun delinmesi her zaman mümkündür. Ama öbür âlemde hesap verme korkusu da buna eklenirse adaleti sağlamada bu daha etkili olur. Yoksa Balzac’ın dediği gibi, kanunlar küçük sineklerin takılıp kaldığı, eşek arılarının delip geçtiği örümcek ağları gibi olur. Yani biz Machiavelli gibi düşünmüyoruz. Ona göre “her şeyden önce toplumun kalbine sevgi yerine korku düşürülmelidir, hükümdar sevimli olmaktansa korkutucu olmalıdır. Çünkü insan korktuğuna sevdiğinden daha çok hizmet eder.” (Mirpenç Akşit. Fârâbi Düşüncesinde Bir Erdem Olarak Adâlet).
O halde adaleti gerçekleştirecek unsurlar Hadîd Suresi 122. âyette sayılanlardan başkası değildir: Kitap, mizan ve hadîd. Yani ahlak, hukuk ve caydırıcı yaptırımlar. Hz. Osman’ın (ra): “Allah kitapla yola gelmeyeni sultanla yola getirir.” sözünün anlamı da budur. Esas olan ahlak olmakla beraber, adalet hiçbir zaman ne sadece ona, ne de tek başına diğerlerine havale edilebilir. Bunlardan hadîd, yani demir, sadece İslam ülkesindeki adaleti sağlamakta değil, dünyadaki adaleti sağlamakta da gereklidir. Gücü, teknolojiyi ve caydırıcı silahları ifade eder ve Müslüman olmayanların arasındaki adaletsizliklerden, yani zulümlerden bile Müslümanlar sorumludurlar (Nisa, 4/75). Güç ve caydırıcı silahlar teknolojiye, teknoloji bilime, bilim servete bağlıdır. O halde Müslümanlar bu gücü ihmal edemezler.
Adalet üzerine konuşanlar onun farklı açılardan çeşitlerinden söz ederler: Yönetimde adalet, yargıda adalet, siyasi adalet, misliyle mukabelede adalet, sosyal adalet ve ailede adalet gibi. Bunların her birinin açılımı bizim şu andaki konumuz değildir.
Bizim için önemli olan bir de dinde adalet vardır. Çünkü din ancak adil olanlardan alınır. Dindeki adalet en azından farzları yapmak ve büyük günahlardan kaçınmakla oluşur. Mesela zaman zaman da olsa yalan söyleyen birisi adil sayılmaz ve onun rivayetine itibar edilmez. Bunu en ince noktalarına kadar götürenler hadisçilerdir. Onlara göre bir insandan hadis/dini bilgi alınabilmesi için onun; müslüman, aklı başında, mükellef, takvayı önceleyen ve İslam ahlakı ile kişilik (mürûet) kazanmış birisinin olması gerekir. Yalan söyleyen şöyle dursun, tedlis yapandan bile hadis alınmaz. Kendi grubunun, mezhebinin ya da cemaatinin propagandasını yapandan hadis alınmaz. Çünkü hadis dindir ve din onun grubunun söyledikleri değil, Resulullah’ın söyledikleridir. Böyle birisi kendi fırkasının görüşlerini destekleyen hadisler, uydurma da olsa onları alır ve din diye anlatır derler.
Tedlis bir râvinin, bilgisinin kaynağını gizleyerek hadisi anlatmasıdır. Okullardaki kopya meselesinde bu durum hep aklıma gelir. Çünkü ilahiyat öğrencisi insanlara dini anlatacak olan kimsedir. Peki, o sınavlarda kopya çekerse, yani aslında kendisinin olmayan bilgiyi kendisinin gibi sunarsa tedlis yapmış olmaz mı, diye hep düşünmüşümdür. Olursa onun anlattığı dine nasıl güvenilir?
İslam’a göre yargıda da şahitlerin çoğu zaman adil olması gerekir. Adil olmayan şahitlerin şahitliği kabul edilmez. Bu da işin ahlaki boyutudur ve bizim hukukumuzu diğerlerinden ayırır. Bunları bilen insanlar halk arasında ahlaklı tanınmak ve prim yapmak zorunda kalırlar.
Şimdi "Hakkı kim belirleyecek?" sorusuna, "Adalet nasıl gerçekleştirilebilir?" sorusunu da eklemeliyiz.
Bizce ahlakı ihmal eden bir hukuk adaleti gerçekleştiremez. Ahlak da Hâlık’tan bağımsız, sadece vicdanın oluşturacağı değerler değildir. Hâlık ile bağımlı olan ahlak ancak sevgi ve merhameti de beraberinde getirir. Sevmeden, merhamet etmeden başkalarının hukuku tam olarak teslim edilemez. Bunun için “Ahlak herkese hakkını verme kadar, aynı zamanda herkesin kendi hakkına razı olmasıdır.” dedik. Herkesin hakkını vermek iki şekilde olur; hukuki yaptırımla. Bu işin hukuki ve dünyevi boyutudur. Hak yemekten korkmakla. Bu da işin ahlaki ve imani boyutudur. Yani biz imanı da ahlaki alanda sayıyoruz. Bu ikisi birden olmadan gerçekleştirilmeye çalışılan adalet sevgiye ve merhamete değil, sadece kanun korkusuna dayalı, topal bir adalettir. Şöyle de diyebiliriz: Adaletin bir ucu sevgi ve merhamet, diğer ucu korkudur. Korku sadece kanuni yaptırım korkusu olursa bunun delinmesi her zaman mümkündür. Ama öbür âlemde hesap verme korkusu da buna eklenirse adaleti sağlamada bu daha etkili olur. Yoksa Balzac’ın dediği gibi, kanunlar küçük sineklerin takılıp kaldığı, eşek arılarının delip geçtiği örümcek ağları gibi olur. Yani biz Machiavelli gibi düşünmüyoruz. Ona göre “her şeyden önce toplumun kalbine sevgi yerine korku düşürülmelidir, hükümdar sevimli olmaktansa korkutucu olmalıdır. Çünkü insan korktuğuna sevdiğinden daha çok hizmet eder.” (Mirpenç Akşit. Fârâbi Düşüncesinde Bir Erdem Olarak Adâlet).
O halde adaleti gerçekleştirecek unsurlar Hadîd Suresi 122. âyette sayılanlardan başkası değildir: Kitap, mizan ve hadîd. Yani ahlak, hukuk ve caydırıcı yaptırımlar. Hz. Osman’ın (ra): “Allah kitapla yola gelmeyeni sultanla yola getirir.” sözünün anlamı da budur. Esas olan ahlak olmakla beraber, adalet hiçbir zaman ne sadece ona, ne de tek başına diğerlerine havale edilebilir. Bunlardan hadîd, yani demir, sadece İslam ülkesindeki adaleti sağlamakta değil, dünyadaki adaleti sağlamakta da gereklidir. Gücü, teknolojiyi ve caydırıcı silahları ifade eder ve Müslüman olmayanların arasındaki adaletsizliklerden, yani zulümlerden bile Müslümanlar sorumludurlar (Nisa, 4/75). Güç ve caydırıcı silahlar teknolojiye, teknoloji bilime, bilim servete bağlıdır. O halde Müslümanlar bu gücü ihmal edemezler.