Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Son konular

Allah İnsanları Cehennem İçin mi Yaratmıştır?

Allah İnsanları Cehennem İçin mi Yaratmıştır?
0
283

urgot

FD Üye
Katılım
Eki 24, 2020
Mesajlar
3,810
Etkileşim
2
Puan
38
Yaş
37
Konum
Rusya
F-D Coin
103
Allah İnsanları Cehennem İçin mi Yaratmıştır?

Araf Suresi 179. Ayetini açıklar mısınız? Allah insanları cehennem için mi yaratmıştır?

Araf suresi, 7/179: "Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir."



Ayetin Açıklaması: Gerçekten de yemin olsun ki cinlerden ve insanlardan bir çoğunu da cehennem için yarattık, ki bunlar hüsranlarına haklarında ezeli hüküm verilmiş mahluklardır. Lakin sırf cebir tarikiyle ve kendilerinin yaptıkları ve sebep oldukları şeyler hesaba katılmadan ve dikkate alınmadan cehennemlik olmuş değillerdir.



Aslında başlangıçta "ahseni takvim", yani en güzel biçimde yaratılmış, şuur fıtratını taahhüt etmiş iken sonra "esfeli safiline" düşmüş ve cebren kurtarılmalarına ilahi meşiyetin ilgisiz kalmış olması bakımındandır. Allah Teala ezeli ilmiyle biliyordu ki, bunlar ileride irade ve hürriyet sahibi oldukları zaman taahhütlerini yerine getirmeyecekler ve görevlerini yapmayacaklar, fıtratlarındaki emaneti, şühudu ve marifeti ve diğer güçlerini hak yolunda kullanmayacaklardır, "Alçaklığa saplanıp kalacaklar ve heveslerine uyacaklardır."



İşte o zaman Allah, onların kalplerini ve ruhsal melekelerini mühürleyecek, hakkı duymak kabiliyetleri kapanacak, bundan böyle onlara öyle bir yaratılış ve huy verecek ki, artık sırf cehennemlik olacaklar. Allah bunun böyle olacağını, son durumlarının cehenneme varacağını bile bile onları yarattığı için ta başlangıçta, sonu cehennemlik birçok halk yaratmış oluyordu. Bu ise Allah Teala'nın onları doğrudan doğruya cehenneme zorlaması değil, cennete zorlaması, sonu bir taraftan cennete, bir taraftan cehenneme giden, karlı olabileceği gibi, zararı da olan bir hayata, kar yolunu taahhüt ettirerek atması fakat taahhütlerinin yerine getirilmesini kendilerine bırakması ve onların üstlerine yüklemesidir.



Şüphe yok ki, bu taahhüdün yerine getirilmeyeceğini bile bile o yüklemeyi yapmak, sonuç olarak onların lehine değil, aleyhlerine olan bir durumdur. Allah dileseydi onları taahhütlerini yapmaya zorlayabilirdi ya da hiç yaratmazdı. O zaman da yokluk ve zorunluluk kendileri hakkında hayat ve hür seçimden daha hayırlı olurdu. Bu onlar açısından belki hoşlanılmayan bir şeydir, ama sonuç bakımından daha hayırlı olduğu kesindir. Bunu Allah neden dilemedi?



Bu nokta sırf O'nun iradesine bağlıdır ve hiçbir şekilde münakaşa edilebilir bir şey değildir. O'nun iradesine müdahele olunamaz. O ne mecburdur, ne de sorumludur. "Yaptığından sorumlu değildir." (Enbiya 21/23), başına buyruk ve ortaksızdır. O'na bir şeyi vacip kılabilecek veya iradesine sınır koyabilecek hiçbir şey yoktur. (En'am Suresi'nde 25. ayetin tefsirine ve yine aynı surenin 112. ayetinin Cin ve İns hakkındaki açıklamasına bakınız.)

Burada mutlak zorunluluk (cebr-i mahz) olmadığına dikkat çekilerek buyuruluyor ki, onların kalbleri vardır. Kendilerine duyacak bir kalb verilmemiş ve fıtrattaki misaka bağlanmamış değillerdir. Lakin bu kalblerle fıkıh etmezler, yani işi derinden derine anlamazlar. Kendi vicdanında duyulması ve farkına varılması gereken şeye dikkat etmezler, gereği gibi duyup anlamazlar, gözleri de vardır. Lakin bunlarla görülecek şeyi görmezler, kulakları da vardır. Lakin bunlarla işitmezler, işitilecek şeyi dinleyip duymazlar.



Hasılı Allah'ın akıl ve duygu kuvvetlerini insan gibi ve gerektiği şekilde kullanmazlar. İşte bunlar en'am (hayvan) gibidirler. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlığa mahsus olan mana ve şuur bulunmaz. Hayvan gibi sadece bir gövde ve ses ile insan olunur sanırlar ve yalnızca görünüş ile ilgilenirler. Veya bütün duyguları ve idrakleri münhasıran bu dünya hayatındaki geçim sebeplerine yöneliktir. Belki bunlar hayvandan da daha aşağı, daha şaşkındırlar.

çünkü en'am denilen aşağı canlılar, yaratılıştan ve doğuştan gelen amaçlarından sapmazlar, seçebilecekleri kadar menfaat ve mazarratlarını seçerler, onları elde etmeye gücü yettiği kadar çaba gösterir, tehlikelerden korunmaya çalışır. Hiçbir uzvunu yaratılış gayesinin dışında kullanmaz, ileri gitmese de geri de kalmaz, yaratılışını değiştirmez. Onlar ise aksine gelişmeye ve ebedi mutluluğa aday olan yaratılışlarından gereği gibi yararlanmazlar, yararlanmak şöyle dursun onun bozulmasına sebep olurlar da ebedi azaba götüren bir yola girerler.



Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalbleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsi denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan ayetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelamının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar.



Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir vehim; kitabı, bir eğlence; ilahi kelamı, bir musıki diye karşılarlar. ilahi işlerle dünya işleri arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu olduklarını, neye veya kime tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve resim, kulakları anlamsız sesler, müsemmasız isimler peşinde dolaşır durur. Kendilerine kalb, göz, kulak verip yaratan, yaratılıştan kendilerini rablık misakına taahhüt ettiren, Semi (işiten), Basir (gören) ve eşi-benzeri olmayan Allah Teala'ya türlü türlü şirkler koşarlar, gafletlerinden dolayı Allah'ı anmazlar, anarlarsa bile O'nun münezzeh şanına layık olmayan isim, sıfat ve özelliklerle anarlar. (bk. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili)



Bir diğer tefsirde ise konu şöyle değerlendirilmektedir:

Araf suresi, 7/179: "Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır."



Eski Arapça'da kalb kelimesi genellikle "insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği", kısaca "akıl" anlamına gelir. (Ragıb el-İs-fahani, ez-Zeria ila mekarimi'ş-şeria, s. 176.) Birçok ayette olduğu gibi konumuz olan ayette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. (mesela bk. Al-i İmran 3/151; Enfal 8/12; Hac 22/46; Zümer 39/45; Naalt 79/8.) Buradaki kalp, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insani yetenekleri ifade etmektedir. Nitekim, "kavrama" kelimesiyle çevirdiğimiz fıkıh da sıradan bir bilmeden ziyade "bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak" demektir.

Kur'an-ı Kerim'de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur'an'da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber -hepsi de "akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma" anlamında olmak üzere- çeşitli fiil kalıplarıyla kırk dokuz ayette bu kavram tekrar edilmiştir. Yüzlerce ayette geçen kalb (çoğulu kulub) kelimesiyle birlikte fuad (çoğulu efide), lüb (çoğulu elbab), basiret (çoğulu basair) kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder.

Ayrıca nazar, re'y, tedebbür, tefekkür, i'tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihni melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu ayetlerde daha çok insanın deruni, vicdani alemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; keza insanlığın var oluşundan akıbetinin ne olacağına varıncaya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat -konumuz olan ayet-i kerimede de belirtildiği gibi-Allah'ın insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Ayet birinci derecede Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.

Allah Teala, akıllı, dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri için "cin" adı verilen (En'am 6/100.) bazı varlıklarla birlikte İnsanların -bir kısmını cennet için yarattığı gibi- bir kısmını da cehennem için yarattığını ifade buyurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir. Tek tek olayların fiziki ve görünür taraflarını aşarak bütünündeki hikmetleri yakalamak, böylece varlığın ve hayatın fizik ötesindeki tümel anlamını, hikmetini ve değerini kavramak; bu sayede kalbimizi küfürden, nifaktan, batıl inanç ve hurafelerden arınarak doğru bir imana ulaşmak;

Cahiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de sıkça görülen her türlü fani ve sıradan varlıklara kul olma seviyesizliğinden kendimizi koruyup yalnız Allah'a kul olma ve yalnız O'nun yardımına güvenme onurunu kazanmak (Fatiha 1/5); kalbimizi ve zihnimizi Hakk'ın rızasına aykırı, insanın ruhunu kirletici duygu ve düşüncelerden temizlemek; insanın hayatını lekeleyen, Allah ve insanlar katında itibarını düşüren her türlü kötü ve çirkin işlerden uzak durmak; evrenin düzeni ve işleyişi gibi insanlar arası ilişkilerin de Allah'ın yasaları uyarınca gerçekleştiğini anlayarak toplumsal, milli ve milletlerarası ilişkilerde başarının, bu yasalara uygun şekilde hazırlıklı ve birikimli olmaya bağlı bulunduğunu anlamak; varlık ve olayların anlamlarını ve hikmetlerini kavrayarak buradan din ve dünya hayatımız için hayırlı sonuçlar elde etmek; kalbimizi güzel duygu ve düşüncelerle, hayatımızı iyi ve yararlı davranışlarla donatmak; bütün bunlar, Allah'ın bizi biyolojik bakımdan büyük ölçüde müşterek olduğumuz öteki canlılardan onun sayesinde ayrı ve seçkin kıldığı aklımızı ve diğer bilgi araçlarımızı doğru kullanmamıza bağlıdır.

Bu sebepledir ki, ayette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşma gibi akli ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkanları bulunmamaktadır.

Böyle bir imkana sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkanı doğru ve yerinde kullanmayan insanlar ayette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelenmiştir. Eğer insanın dini hayatını ve değerler dünyasını İlgilendiren görüş, düşünce ve inancı, ahlakı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşağı duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa artık bu insan aklının kontrolünden çıkmış, güdülerinin hakimiyetine girmiştir; böyle bir insan artık fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalalete sapmış demektir. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan korunmaları için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki imkan vermiştir:



Akıl ve vahiy. Ragıb el-İsfahani'nin (ö. 502/1108) şu ifadeleri bu konudaki İslami yaklaşımın bir özeti sayılabilir: "Aziz ve celil olan Allah'ın kullarına gönderdiği iki elçisi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki bu akıldır, diğeri de dışımızdaki elçi yani peygamberdir. Hiç kimse, içindeki elçiden yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Şu halde akıl, peygamberin öğretisinin doğruluğunu öğretir... Sonuç olarak akıl yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır.

Yüce Allah'ın buyurduğu gibi (Nur 24/35.) ikisinin birleşmesi ışık üstüne ışıktır". (ez-Zeria ila mekarimi'ş-şeria, s. 207.) Böylece insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıl olduğu için ayetin metninde insanı hayvanlarla karşılaştıran ifadede geçen ve edal (daha sapık, daha şaşkın) kelimesini "daha akılsız" diye çevirmeyi uygun bulduk. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur'an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/493-495.)
 
858,506Konular
983,084Mesajlar
33,115Kullanıcılar
smrnr16Son üye
Üst Alt