Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi

Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi

iltasyazilim

FD Üye
Katılım
Ara 25, 2016
Mesajlar
0
Etkileşim
17
Puan
38
Yaş
36
F-D Coin
58
Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi

Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin içyüzüne hakikat denilmiştir Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir Şeriat, kabuk kabul edilmiş, tarikat ve hakikat öz olarak değerlendirilmiştir Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır

Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan çekinmişler, benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan iç kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan içine, mârifet kısmı ise cevizin aslına ve mâhiyetine benzer Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez Asıl tad, cevizin içinin yenilmesindedir Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir İşte mutasavvıflar, ilme'lyakîn (bilmek), ayne'lyakîn (bulmak) ve hakka'lyakîn (olmak) gibi üç kelime ile özetle ifâde ettikleri mânânın da bu olduğunu söylerler Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kâfi değil; cevizin ta kendisi olmak da lâzımdır Bu dört mertebenin birincisi şeriattir, avâma (halka, aşağı tabaka, câhil kesim, ayak takımı) mahsustur İkincisi tarikattir, havassa (üst tabaka, seçkinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur Üçüncüsü hakikattir, havassü'lhavassa (seçkinlerin seçkini, tarikatın üst seviyesindekiler) mahsusturKastamonu'lu Şabanı Veli, bu dört yolu şu sûretle de ifâde etmiştir: Şeriat beden için; tarikat halk için, hakikat ruh için, mârifet Hak içindir(Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s 230)

Şeriatın benzedildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır Sadece cevizi korur İçindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak için yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir Üst kabuğu kırmadan içe ulaşılmaz O yüzden cevize (hakikate) ulaşmak için şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir Verdikleri örnekten yola çıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır İşin özü kabul edilen hakikatin ne olduğu bize göre çok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu özün ancak tasavvufa gönül verenlere açılacağı gizli ve büyük hazine olduğunu belirtirler Onlara göre, kabukta kalanlar zâten bunları anla(ya)maz Bu ve benzeri örnek ve ifâdelerden şeriatın içinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha başka şey olduğu anlatılmış olur Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur Bu hakikatin İslâm mı, küfür mü demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz Çünkü kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslâmî kavramlardır Hakikate karşı çıkmak gibi bir suçlamayı göze alan pek çıkmaz Zâten tüm toplum tarafından kabul görülen bu tasavvuf anlayışına karşı çıkmak cesâret isteyecektir Ama şeriatın hakarete uğraması pek önemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar müslümanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı hüsni zanlarla müsâmaha bulur Olan da şeriata olur Bugün halk arasında şeriatı öcü gibi görülmesinde, onun gerçek İslâm'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip yer yer çatılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın büyük payı vardır

ZâhirBâtın Ayrımı: Dinin bir zâhiri, bir de bâtını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır Zâhir, avâm halkın nassların zâhirinden anladığı mânâdır Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de velîler (evliyâ) bilir Tasavvufçuların nassların bu şekilde bâtınî açıklanmasına hakikat, diğer zâhirî tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir Gazâlî'nin Lâ ilâhe illâllahın avamın imanı, lâ huve illâ huvenin havassın imanı olduğunu söylediği bilinmektedir Şeriat âlimlerine zâhir ve kışır bilgisi âlimlerideyişleri de meşhurdur Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibâdetlerini ve haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye suçlanılır Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi mârifet olarak görür ve gösterirler Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azâbın dehşetinden korkutur

Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki tasavvufçuların önemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gerçek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da görülür Ama, tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle beraber ifadelendirilir Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren kerâmetolağanüstü haller sahibi kişilerin evliyâ kabulü, türbe ve bâtıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibâdetlerle bid'at ve hurâfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de keşif, ilham, rüyâgibi birçok gayrı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için mihenk taşı olmalıdır Tarihte, istisnâlar dışında medresede eğitim görmeyen, hattâ medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen âlimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb yerlerde ilim tahsil etmeyen ve âlim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla ârif olmayı seçmiş, şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını düşünebiliriz Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir Bununla birlikte şeyhler tarafından bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid gençlerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını âyet ve hadisleri delil getirerek tasavvufçulara anlattığında hiç olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya çıkacaktır

İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helâl, helâlı haram ilân edenlere de rastlanır Allah'ın dininde, şeriatta haramhelâl bütün müslüman kullar için sözkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helâller yalnız basit ve sıradan insanları (avâmı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor Bu anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkâr da edemezler Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mümkündür: Örneğin bir şeyhi içki içerken ve kadınlarla işret halinde gören mürîdin bu görünenlerin zâhir olduğunu düşümesi, bâtınında ise mübâreklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur Böyle olunca, helâlharam hudûdu insana göre değişmiş olacaktır Şeyhin şeriata aykırı sözleri ve davranışları varsa, mürîde düşen bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa vardır bir hikmetidemesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak düşünmemesi gerekecektir Ama, kendisi şeyhinin eline, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir

Kaynağı itibarıyla şeriathakikat ikilemi şeriatın zâhirî ve bâtını ikilemine râcidir İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır Bu ayrım her şeyin zâhiri ve bâtını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zâhiri bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır

Marifet ve Hakikat İddiası: Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma iddiâları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhâlefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir Bu hükümleri zâhir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhâlefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri mârifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir Onun için bunlar arasında kemâle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, mârifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gözardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır

Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır Biriki örnek verelim: Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlâklarından ileri gelen hastalıklarla mâlul olduğunda asla fayda vermez Bir hâzik hekim demek olan mürşidi kâmilin ilâcına muhtaçtır; Buyurmuşlardır ki, ibâdetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifi vardır Abdest, namaz, oruç, hasenât ve her ne kadar zâhirî ibâdet ve tâat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir Allahu Teâlâ'nın rızâsı, Rasûlullah (sas)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır(elHac Mehmed Nuri Şemsuddin enNakşibendi, Tam Miftâhu'lKulûb, s 229, 300)

Toplumda birtakım insanlar tarafından kalbim temizdir, kalbime bak Önemli olan kalp temizliğidirgibi sözlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek

Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve âlimi şu şekilde küçümsemekte ve aşağılamaktadır: Ali başka, veli başka Dünyada ne kadar âlim varsa, o âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur Öteki ulemâların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur Bizden fazla okurlar onlar İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor Lâkin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir Ledunnî ilmi papazlar alamaz(M Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s 90) (Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek doğru olmaz İslâm akaidiyle ilgili kitapların hemen tümünde yer alan ilmin kaynaklarıarasında bu tür ilim yoktur Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir) Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu)(Ali Erol, Hâtıratım, s 66) Bilmiyorsanız ehli zikir (âlimler)'den sorun(16Nahl, 43) âyetindeki ehli zikirden maksat, evliyâullah hazerâtıdır(Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s 272273)

Tasavvufçular, Kehf Sûresinde geçen Hz Mûsâ ile sâlih kularasındaki kıssadaki sâlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir Peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri sâlih kula Hz Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki geçen ifâdeyle sâlih kul) vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin büyük birçoğunu buna binâ etmişlerdir

Hızır'ın kıyâmete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bâtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisne ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz Peygamber'in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddiâ etmişlerdir Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz Mûsâ peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz Hızır'a uymak zorunda kalmıştır Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştirdiye iddia etmişlerdir

Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zâhirî) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddiâ etmişlerdir Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir

Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan sâlih kulun veli olduğunu söyleyen kimi âlimler olmakla beraber, âlimlerin cumhûru onun peygamber olduğunu söylemektedir Nebî olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir (Bu konudaki deliller ve tasavvuf anlayışının iddiâlarının çürütülmesi için bak İ Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s 7081)

İddiâ olarak, hemen tüm tasavvufçular, sözlerinin Kur'an ve Sünnetle kayıtlıolduğunu ifade ederler Meselâ, tasavvuf kitaplarında şu ifâde yer alır: Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o velî olamazBu tür sözleri, tasavvufun Kur'an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler olabilir Ama, din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifâdeleri gözönüne getirince ortaya çıkmaktadır Meselâ tasavvufun meşhurlarından enNablusî'nin vahdeti vücûdun Kur'an ve Sünnetten alındığını söyler Yeryüzündeki ve evrendeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sünnetten alındığını iddiâ edecek bir yaklaşım, sözlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddiâ etmesin? Örnek olarak Gümüşhanevî'nin şu sözlerine bakalım: Şeriata muhâlif olan tarikat, dalâlettir, felâkettir ve hatta küfürdür Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fâsıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir(Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y İst 1977, s 267) Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?: Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, mârifet de servetin başıdırŞeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? İslâm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sünnet mi yapmıştır, Rasûlullah (sas) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sünnetten) takvâyı çıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetvâ ayrı, takvâ ayrı demişler, takvâyı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir

Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sünnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şâhit oluyoruz Birkaç örnek verelim: Tasavvufun en büyük hanım evliyâsı Râbia şöyle der: Ateşinden korktuğum, yahut cennetini umduğum için Sana ibâdet etmedim Sana sadece zâtın için ibâdet ettimYunus Emre'nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini biliyoruz: Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç hûri İsteyene ver onları Bana Seni gerek SeniGörülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sözlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mü'minlere sâlih amelleri için vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine İsrâiloğullarının Hz Mûsâ'ya Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız(2Bakara, 55) dedikleri gibi, Allah'ın zâtını görmek istiyor Halbuki hiçbir peygamber âhiret için böyle bir istekte bulunmamıştır Kaldı ki, hayır ameller için mükâfat olarak Kur'an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zâtını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufçuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'lİslâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen sözleri için küfürdemektedir (Bak Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s 87, Mesele 353, İst 1972) Allah'ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz Âsiye'nin duâsını Kur'an öğretiyor:

Allah, mü'minlere de Firavn'un karısını misal gösterdi O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zâlimleri topluluğundan kurtar' demişti(66Tahrîm, 11)

Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mü'minlere örnek gösterdiği sâliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve duâ ediyor Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Râbia ise, cenneti istemiyor (İ Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s 227232)

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır (42Şûrâ, 21)

Bu âyette uydurdukları hurâfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor Onların, Allah'ın izin vermediği, râzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor Zira Allah'tan başka ilâh yoktur Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir Bu gelenekler, Allah'ın din hükümleri değil, şeytan öğütleridir Allah böyle şeylerden râzı olmaz Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâalarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemekte, (hidâyetleri ve) uslanmaları için fırsat vermektedir Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezâya çarpılacaklardır (S Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c 19, s 323324)

Bir de şu ifâdelere bakalım: Şeriat, tarîkat yoldur varana Hakîkat, ma'rifet andan içeru(Yunus Emre) Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir Yunus Emre'nin şu sözlerinde bu anlayış çok net görülür: Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat Dost için yağı bala ya niçin katmayalar?

Ahmed KALKAN
Kavram Tefsiri
 
858,496Konular
981,671Mesajlar
29,757Kullanıcılar
firat118Son üye
Üst Alt