Yalnızlık çoğu filmin, şiirin, kitabın konusu, kimi insan için iyileştirici kimi insan için korkutucu olan bir durumdur. Yalnız kalan kişi durumunu bir çaresizlik mi, kendisine ait olan kıymetli bir zaman mı, katlanılması güç bir durum olarak mı yorumluyor? Bu birkaç soruyla dahi yalnızlık konusunun kişinin buna yüklediği anlam ve algılama şekliyle ilgili olarak çok derin ve geniş bir yelpazede tartışılabileceği görülüyor. Melaine Klein, “Yalnız Kalma Kapasitesi” adlı makalesinde insanın ilk kez yanında bakım vereni varken yalnız kalarak bu yaşantıyı deneyimlediğini söylemiştir. İki kişi yan yanadır ama başka şeylerle ilgileniyor ve aslında yalnızdırlar. Klein bunun bir paradoks olduğunu söylemiştir. Bu durumun uzantısında insanın yalnızlığı bir kişinin varlığı dahilinde yaşantılamayı öğrendiğini, kişinin talep ettiğinde ilişki kurabilecek bir alanının olduğu zamanlarda yalnızlığı işlevsel bir hale getirdiği varsayımında bulunabiliriz.
Kişi varoluşsal bir sorgulamayla başlayarak, etrafındaki insanlarla kurduğu ilişkinin anlam ve önemi üzerine düşünüp ve sonucunda asla tam anlamıyla anlaşılamayacağı ve hiç kimsenin çıkarsız onun yanında olmayacağı gerçeği sonucuna ulaşarak yalnızlığa mahkum olduğunu düşünebilir. Kişinin bu anlaşılmaya ve destek görmeye dair arzusu, etrafındaki insanların çeşitli davranışlarını yanlış algılamasına ve yorumlamasına sebebiyet verebilir. Bir diğerini arıyor olmak, bir diğerinin varlığına arzu duyuyor olmak ve bu talebe cevap bulamamakla karakterizedir. Var olan talebe bir cevap veremiyor olmak kişinin insanlara karşı güven sorunları oluşmasına da sebebiyet verebilir.
Çoğu zaman ayrılık, terk edilme yaşantılarıyla beraber değerlendirilen yalnızlık bu bağlamda da kişiler arası ilişkilerde güven sorunları yaşanmasına sebebiyet verebilir. Kendi isteğimiz dışında var olduğumuz dünyada çaresizlik yaşamakla paraleldir.
Algılanan sosyal destek düzeyinin düşük olmasıyla kişinin yalnızlıktan yakınıyor olması birbiriyle ilişkilidir.
Ülkemizde yapılan bir araştırmada, yalnızlığın zarardan kaçınma eğilimiyle pozitif yönlü bir ilişkisi olduğu görülmüştür. Zarardan kaçınması düşük olan bireylerin, daha dışadönük insanlar olduğu görülmüştür. Buradan yola çıkarak insanların zarar görmekten korkması sonucu ilişki kurmaktan kaçındığı yorumunu yapabiliriz. Zarar görmek, olumsuz eleştiri almak, kötü bir muameleye maruz kalmaktansa insanların yalnız kalmayı yeğledikleri söylenebilir. Fakat bu kişilerin yalnızlıklarında mutlu ve huzurlu oldukları savunulamaz.
Fransız düşünür Michel Foucault, “Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa başkalarıyla olmayı da beceremez.” demiştir. Yalnız kalabilme kapasitesi Klein’a göre olgunluğun ve kendini gerçekleştirmenin önemli adımlarından biridir. Kendi başına olmak diğer bir yandan kişinin kendi kararları, idealleri, düşünceleri kısacası kendisi ve çevreye ilişkin algılarıyla baş başa kaldığı özgür bir alan da olabilir.
Bu şüphesiz kişinin problem çözebilme, yorumlama, bakış açılarını değerlendirebilmesi ve kendisini gerçekleştirebilmesi için ona ön ayak olabilecek bir özgürlüktür. Şöyle ki, bu tercih olarak yalnızlıktır, kişiye acı ve kimsesizlik duyguları yaşatmaz tatmin olma hissi yaşatır. Bu kişiler yalnız kaldıkları zamanlarda bir şeyler ortaya koyabilir ve yaratabilirler. Bu şartlar altında yalnızlık, kişi istediğinde ve ihtiyaç duyduğunda başlar, istemediğinde son bulur. Bu nedenle son derece yapıcı, kişinin yaratıcılığını ve kendini gerçekleştirme idealini destekleyen bir süreçtir.
Yalnızlık, kişinin yüklediği anlam doğrultusunda üzerine çalışan insanlar tarafından çeşitli şekillerde ele alınabilir. Irvın Yalom, kişinin kaçınılmaz bir şekilde yalnız olduğunu kabullenmesi gerektiğini ve üç çeşit yalıtımla karşı karşıya olduğunu söyler. Bunlar; kişilerarası, kişinin kendi içinde ve varoluşsal yalıtımdır (Yalom, 1980).
Yalom kişilerarası yalıtımın yalnızlık olarak yaşantılandığını ve kişinin sosyal becerilerinin eksik olması, kişilik örüntüsü (şizoid, yargılayıcı), yakınlıkla ilgili çatışmalı duygularının olması sonucu yaşandığını ifade eder. Kişinin kendi içinde olan yalıtımının ise duygularını ve düşüncelerini bastırdığında, isteklerini ertelediğinde, yapmasının gerekli olduğunu düşündüğü şeyleri istemeyerek yaptığında ortaya çıktığını söyler. Kişi kendi içinde kendisinden yalıtılmış, kendi içinde kendisi tarafından yalnızlaştırılmıştır.
Varoluşsal yalıtım ise Yalom’un özellikle üzerinde durduğu konudur. Kişi yalnız kaldığında tüm korku ve endişeleriyle tek başına yüzleşmek zorunda kalır. Bu yalnızlıkla yüzleşme sonucunda insanın diğer insanlara daha derin ve anlamlı bir şekilde bağlanabileceğini söyler. Bu noktada Foucault’un söylemiş olduğunu Yalom’un fikirleriyle de desteklemiş oluyoruz. Kişi yalnız olduğunu kabul etmelidir, ancak bu şekilde sağlıklı ilişkiler kurabilir, yalnızdır fakat kimsesiz değildir. Yalom, “Ölüm en yalnız insani deneyimdir.” der. Birisini çok sevebilir, onun için ölümü göze alabilir, her şeyden fedakarlık edebilirsiniz fakat ölüm insanın yalnız başına deneyimlediği bir şeydir (Yalom, 1980).
Yalnızlık kişinin, acı verici bir deneyimden sıyrılarak anlam bulmasına, yaratıcılığını ifade edebilmesine, kendisini ve ideallerini gerçekleştirmesine olanak tanıdığı noktada vazgeçemediği bir dayanağı haline gelebilir. Kendi alanında, kendi sorumluluğu, kendi özgürlüğüyle baş başa kalıp bundan keyif alabilen insan kendi doğasına dair en hakiki gerçeklerden birine hakim olabilmiştir. İnsan yalnızdır ve kişiler arası olan ilişkilerinde de sınırlara, bireyselliğe, kişisel alana tahammül edebilmelidir.
“yalnızlık susturmaktır
Kendi sesinle kendini,
iç bedenini oymaktır diş diş,
düş düş
genişletmektir.” (Toptaş, 1990)