Çanakkale’de şehit mektupları Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı acıklı bir hikayesi vardır Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir ufacık bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu öykü Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak dek değerli, öte taraftan ailesi de onun parasına yoksul olacak denli yoksul Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa! Bir şehid ancak her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu yok, iri hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır O mektuplar fakat kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür Kalbinin üzerinde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz kesinlikle; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım: “Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi! diye birbirlerine bağırıyorlardı () Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da öğretmek mecburiyetini hissetti Sai gelmiş İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler Bu da onun gelişini çok değerli yapar Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı: Mehmet oğlu Kara Ali!? Değişik yerlerden sesler yükseldi: Cenneti A’lâ’da! Mertebesine erdi! Mektubu heybenin öteki gözüne attı Yeniden bir mektup çıkardı: Alsancak’tan Yaşamsal oğlu Salim! Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı: Ver! Buradayım! Yan asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu: Kimden geliyor?! Dur, hele zarfın arkasını okuyayım Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı: Kadir oğlu Hüseyin! Değişik yerlerden yanıt geldi: id Şehit! Şehit! Onu da öteki göze attı; bu defa işlenmiş bir kaba şaka çıkardı: Hasan oğlu Rafet! ?! Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı: Hasan oğlu Rafet!? Tanıyanı kalmamıştı Sai’nin yüz hatları değişti Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; fakat eksik da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı: Musa oğlu Muharrem!(1) Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar Yukarıdaki satırlar az önce anı ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız Ya kaybolup gitselerdi! * Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı diğer taraftan şiir var sırada Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel Heyecanla okuyalım: Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden Ehli İslâm’ın iki hasmı kavîsi ansızın Lakin imdâdı İlahî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal’ai pûlâdkaroser Asker evladlarımın pîşgehi azminde Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen Kadrü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar Kalbi İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken Kapanıp secdei şükrâna Reşâd eyle dua Mali İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men (Müslümanlara karşısında iki kaslı düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hamle etmişlerdi) (Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler) (Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da) (İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, şeref ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar) (Ey Reşad! Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima güvenlik versin! )