adanali
FD Üye
- Katılım
- Eki 20, 2019
- Mesajlar
- 2,792
- Etkileşim
- 0
- Puan
- 36
- Yaş
- 36
- Konum
- Adana
- Web sitesi
- bilgilihocam.com
- F-D Coin
- 69
Cenneti Ne İle Kazanacağız ?
Bu dünyada insanlara verilen nimetler Allahın birer lütfu olduğu gibi ahiretteki nimetlerde Allahın birer lütfu ve ihsanıdır.
İnsanlar o nimetlere yaptığı ibadetlerle ulaşamayacaktır, bu dünyadaki nimetlere ibadetle ulaşamadığı gibi.
İbadetler sırf Allah emrettiği için yapılmaktadır. Cennet nimetleri de dahil bir şeyler maksad edilirse ibadetteki ihlas zedelenir, ibadetin en mükemmeline ulaşılmış olmaz.
Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen ise ibadetler ve haramlardan sakınmaktır. Ancak bir müslüman ne kadar ibadet ederse etsin yine de Cenneti kazanmaya yetmez. çünkü yaptığımız ibadetler bu dünyada bize verilen nimetlere teşekkür anlamındadır. Hatta onlara bile yetmez. Bu nedenle Cennet Allahın bir ikramı olacaktır. Müslümanlar Onun sözünü dinlemekle Onu razı etmiş olacaklarından Allah da Cennetini ikram edecektir. Yoksa ibadetlerimizle cenneti kazanamayız. Ayrıca ibadet etmemekle Allahın emrini tutmayıp günaha girmiş olunacağından buda cehennem azabını gerektirir.
İbadetlerdeki sevap derecesi ise o ibadetten Allahın razı olmasının ölçüsüdür. Allah kullarından namazı cemaatle kılmasından daha çok razı olmaktadır. İşte Rabbimizin bu rızasını gözetip namazı cemaatle kılan kul daha çok sevap kazanmış olacaktır.
Cehennem adalet-i ilahi, Cennet ise ihsan-ı ilahidir.
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herşey Ona muhtaç olan Yüce Allah'ın, bizim gibi aciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir.
çünkü kainat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.
Son derece aciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedi Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekan, ebedi saadet menzili olan Cennettir.
Yüce Allah'ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakiki muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misalle açıklamamız mümkündür.
Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilaçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilaçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilaçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.
Bu misalde olduğu gibi, insan olarak manen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla manen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve latifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu manevi dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilaç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Ya Rabbi, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.
Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakkın dünyada manevi sıkıntıya, ahirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.
Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hakim karşısına çıkarıldığı zaman, hakim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkum eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.
Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhi sıkıntılara, ahirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.
Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Mesela toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.
İşte, insan kainata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlukatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkara kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkar ettiği için, manen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlukat adedince artış gösteriyor.
Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Herşeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün azaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Mesela gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün latife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.
İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün aza, duygu ve latifelerini atıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hale gelmesine sebep oluyor.
İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve ahirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor.
Bu dünyada insanlara verilen nimetler Allahın birer lütfu olduğu gibi ahiretteki nimetlerde Allahın birer lütfu ve ihsanıdır.
İnsanlar o nimetlere yaptığı ibadetlerle ulaşamayacaktır, bu dünyadaki nimetlere ibadetle ulaşamadığı gibi.
İbadetler sırf Allah emrettiği için yapılmaktadır. Cennet nimetleri de dahil bir şeyler maksad edilirse ibadetteki ihlas zedelenir, ibadetin en mükemmeline ulaşılmış olmaz.
Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen ise ibadetler ve haramlardan sakınmaktır. Ancak bir müslüman ne kadar ibadet ederse etsin yine de Cenneti kazanmaya yetmez. çünkü yaptığımız ibadetler bu dünyada bize verilen nimetlere teşekkür anlamındadır. Hatta onlara bile yetmez. Bu nedenle Cennet Allahın bir ikramı olacaktır. Müslümanlar Onun sözünü dinlemekle Onu razı etmiş olacaklarından Allah da Cennetini ikram edecektir. Yoksa ibadetlerimizle cenneti kazanamayız. Ayrıca ibadet etmemekle Allahın emrini tutmayıp günaha girmiş olunacağından buda cehennem azabını gerektirir.
İbadetlerdeki sevap derecesi ise o ibadetten Allahın razı olmasının ölçüsüdür. Allah kullarından namazı cemaatle kılmasından daha çok razı olmaktadır. İşte Rabbimizin bu rızasını gözetip namazı cemaatle kılan kul daha çok sevap kazanmış olacaktır.
Cehennem adalet-i ilahi, Cennet ise ihsan-ı ilahidir.
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herşey Ona muhtaç olan Yüce Allah'ın, bizim gibi aciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir.
çünkü kainat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.
Son derece aciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedi Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekan, ebedi saadet menzili olan Cennettir.
Yüce Allah'ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakiki muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misalle açıklamamız mümkündür.
Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilaçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilaçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilaçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.
Bu misalde olduğu gibi, insan olarak manen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla manen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve latifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu manevi dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilaç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Ya Rabbi, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.
Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakkın dünyada manevi sıkıntıya, ahirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.
Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hakim karşısına çıkarıldığı zaman, hakim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkum eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.
Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhi sıkıntılara, ahirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur.
Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Mesela toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.
İşte, insan kainata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlukatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkara kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkar ettiği için, manen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlukat adedince artış gösteriyor.
Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Herşeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün azaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Mesela gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün latife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.
İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün aza, duygu ve latifelerini atıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hale gelmesine sebep oluyor.
İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve ahirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor.