Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Son konular

değirmen (çingenenin aşkı)

değirmen (çingenenin aşkı)
0
74

ahmet0135

FD Üye
Katılım
Nis 13, 2018
Mesajlar
3,764
Etkileşim
86
Puan
48
F-D Coin
0
değirmen (çingenenin aşkı) Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım? Görülecek şeydir o Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı Daha Sonra bir sürü çarklar, iri taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar Ve bir köşede birbiri üzerine yığılmış buğday, darı, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur Halbuki döşemedeki minik kapağı kaldırınca aşağıdan içten sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa her zaman birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere? Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kâh yükselen, kâh alçalan acıklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün adaşım, fakat bir daha görmek istemem Sen aşkın ne aramak olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi? Çooook desene! Sevgilin hoş miydi bari? Belki de seni seviyordu Ve onu nasıl olursa olsun fazla kucakladın Geceleri buluşur ve öperdin yok mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa Yahut sevgilin seni sevmiyordu O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı? Ona sararmış yüzünü kullanmak için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın yok mi? Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak senin için öyle zorlama olmamıştır İnsan evvel' kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır vicdan azabı dedikleri şey fakat bir hafta sürer Ondan daha sonra en bayağılık katil bile yaptığı meslek için k'fi mazeretler arz etmiştir Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor Peki lakin, bu hoşlanmak midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek hoşuna gitmek midir?,,, Anadan Doğma soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz? Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve bu nedenle bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak tüm dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misiniz? Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o süre sana seviyorsun derim Sen sevgiline ne verebilirsin güya? Kalbini mi? Peki, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin? Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o süre kalbini vermiş olursun Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler Siz sevemezsiniz Sevmeyi yalnız bizler biliriz Bizler: batı rüzgârı kadar bağımsızlık dolaşan ve kendimizden diğer Allah tanımayan biz Çingeneler Dinle adaşım, sana bir çingenenin aşkını anlatayım Bir gün karların erimeğe başladığı mevsimdeydi tüm çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk, dört at ve iki kez pek da eşek Edremit tarafına doğru göçüyorduk Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonradan ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize alışılmadık bir oynaklık vermişti Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten diğer bir şeyleri olmayan ufak çocuklar hiç durmaksızın koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy, bir çiftlik, yanına kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum İkindiye içten siyah zeytin ağaçlarının aralarında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti Burası minik bir değirmendi Suyu bol bir dere ufak söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu Ihtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlar Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp meydana çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu Burada çergilemek hiç de fena değildi Yüklü eşeklerle sıkça gelip giden köylülerden değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu Daha çadırları kurmadan Atmaca klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa başladı, İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı Değirmenci de bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu Bilir misin adaşım, bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler Arasında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler Ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ek etti Biz bu güzel kabilden yiğitlik alarak azıcık ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk İşler iyi gidiyordu Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü çağırıyorlardı Atmaca tabii en baştaydı Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır bir kere devasa delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri Sonradan burnu Uzun, sivri, ucu birazcık aşağı kıvrak burnu Bunun için biz ona Atmaca derdik Başı geniş omuzlarının üzerinde bir Arap atındaki gibi dikey dururdu ve bir Arap atı ondan daha çevik değildi Tüm çergilerde onun cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi Başka Çingeneler gibi çalmazdı o, adaşım: bir defa nota bilirdi Şehir mektebini kültürlü, bitirmişti: sonradan içliydisanırdın ama klarneti çalarken havayı ciğerlerinden yok doğrudan doğruya yüreğinden veriyor Geceleri kimsesiz bir ağacın dibine çekilirdi Biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar, çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik Hiçbir sevgilisi yoktu Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan artı üzerlerinde alıkoyabilirlerdi Halbuki enstrüman çalarken büyük gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi hemencecik kuruyan birkaç küçük damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük Fazla konuşmaz, konuştuğu vakit da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi Neler hisseder, neler düşünürdü? Hiçbirimiz bilmezdik Acaba birisini sevdiği için mi, yahut hiç kimseyi sevemediği için mi, bu değin yanık, bu kadar içten çalıyordu? Nadiren uzun müddet kaybolur, başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi Kasabadaki efendiler ona ekran muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı Anında her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp uyum yapıyorduk Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu Kızıyla beraber yük çınarın altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu Değirmencinin kızı bütün bir köy güzeliydi Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına değin uzanan ince örgülü saçları vardı Ama yüzü her zaman soluktu Etrafındaki şeylere, kendisiyle alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi, gönülsüz bir gülüşü vardı Bu kızcağız sakattı adaşım, küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı Hemen onun uygun şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu Ve bu onu insanlardan ayırıyordu Düşünebilir misin, hoş bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üstteki başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu Vücudunu ve ondaki ayıbı defalarca örtmüş örtmeğe mecburdu Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi, çünkü ne tef aşırmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi görünen o ki onun bütün çocukluğu sonsuz bir hasretle geçmiş; görünen o ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle daha aşağı alta tekrar tekrar güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmışı Hemen bütün bunlara alışmış görünüyordu Diğer insanların yaptığı çoğu şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu Değirmenin kapısı yandaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara, yahut iri çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki, adamı üzgün ederdi Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı Sözü kısa keselim adaşım, bizim mağrur ve insafsız Atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu Tavuslara, sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikârı oldu Eyvah bana ama meselenin çok geç farkına vardım Ben anladığım süre ateş saçağa sarmıştı Yahut çoktan çergiyi toplar, başka yere göçerdim Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor, düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında kimsesiz çalıyordu Lakin geceleri çınarın aşağı iyice coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi Ve biz titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yoksa yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik Onun çalışında, bir alev yığını civarda haykıran ateşe tapanların, yoksa batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı Atmacanın kanatları düşmüştü adaşım Sarardıkça sararıyordu Değirmencinin köye indiği günler kapının yandaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını yarmak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görür görmez bu işin böyle gitmeyeceğini anladım Bir gece onu çağırdım, derenin daha aşağı başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden diğer bir şey duyulmuyordu Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi sormuyordu Elimi omuzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı Seviyorsun!dedim Öylededi Ne yapacaksın? Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi Uzun uzun baktı, pat diye: Sen bizim çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin artı, aklın dirayetin tüm Çingenelerden üstündür Sana açılmalıyım Gözlerini hiç indirmeden, güya yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı: Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim Sen benim sevmenin nasıl olacağını bilirsin Ben ancak arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim: yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, Kızım senin için yataklara düştü Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!diye yalvardılar da yine cevap vermeden yoluma gittim; işte şu anda bu bir kolu olmayan kızı seviyorum Onu alamam, onu kaçıramam Halbuki o da beni seviyor Bunu bana evvelisi gün gözyaşları içinde söyledi Gel dedim, beraber kaçalım Acı acı güldü, Ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?Onu nasıl sevdiğimi anlattım: Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir yürek bir koldan daha mı eksik değerlidir? Her Yerde gözyaşları boşandı: Olmaz dedi, düşün oysa, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu kasten yaşlı babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama Bana sakatlığımı unutturarak çılgın deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, lakin olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer gerçekten beni seviyorsan hemencecik buralardan git! Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yeri indirdi: Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de gerçekte cefa olacak Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa, gözleri tekrar tekrar: Ne diye gençliğini benim için nâra yaktın, sana yazık değil mi?çağırmak isterse ben ne yaparım? Her sözünden, her tavrımdan alınır: Kızsam ona dokunur, dalgın olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi kazanç, kucaklasam manâsız olan kolunun uygun bir sancı duyar ve bunlar her zaman böyle sürüp gider Ne yapacağımı, bu halin beni nereye götüreceğini sorma, bende artık güç yok Düşünce değil, akıl yok, yalnız aşk var Mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde yok! Sustu, son sözler pek acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ama, fazla bir şey sormağa, hattâ avuntu etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni duyardı Koluna girip çadıra dek götürdüm İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım Atmacanın hali beni korkutuyordu Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu Şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım Tüm gece, büyük çınarın aşağıda kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmacayı, ve dudaklarının kenarında geniş bir mutluluk, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona içten koşan değirmencinin kızını gördüm Lakin birbirinin kucağına atılacakları vakit şekli belirlenmiş olmayan tuhaf bir vücut ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gitgide büyüyerek onları ayırıyordu Günler, kaslı bir rüzgârın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı Ve biz, bunların sonunda kesin bir kasırga kopacağını seziyorduk Herkes muhteşem bir şeyden korkuyor gibiydi Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı Ihtiyar ve deneyimli Çingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmacanın imdadına çağırıyorlardı O, gitgide çöken yanakları, nereye baktığı belirli olmayan başı dönen gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titrek dudaklarıyla gerisinde bakıyorlardı Kadın, erkek, genç, ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk Güya serseri bir yel kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor, bizi başı dönen ve meyus buralarda bırakıyordu Bir gün Atmaca yanıma sokuldu Bu akşam değirmende armoni yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!dedi Hafif yağmur çiseliyordu Akşama kaslı bir yaz sağanağı gelmesi fazla mümkündü Bunu ona da söyledim Değirmenin içinde çalacağım!dedi Değirmen geceleri de işliyor, o gürültüde mi? Tuhaf alışılmadık güldü Korkma! dedi, klârneti o gürültüde de size duyururum Nefesim daha pek kuvvetten düşmedi Yağmur akşama dürüst gerçekte arttı Karşısında tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor, kocaman damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını ilginç tıpırtılarla oynatıyordu Hepimiz değirmenin içine dolduk Tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir parlak serpiyordu ve çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı şamata yağmurun alçak tavandaki kesilmiş hıçkırığına karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı Sallanan lambalar genç kızın yüzünde garip gölgeler oynatıyordu Tüm gürültüleri bastıran ince bir ses aniden yükseldi Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmağa başlamıştı Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonradan bile unutamam Dışarıya kasırga gitgide artıyor ve esinti ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu Ve bunların hepsini bastıran çılgın bir ses kâh yalvarıyor, kâh hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan daha sonra her tarafta yükseliyordu Alaca karanlıkta Atmacanın siyah ve aydınlık gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı Genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine Ve böylece şeyler çalıyordu ama adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur Bazen okşayan, ısıtan bir sabahtan güneşiydi Fakat hemen yüzümüzü yırtan, gözümüzü âmâ eden, içindeki ateşleri kum adam başına gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu Son ve keskin bir çığlıktan sonradan Atmacanın ayağa kalktığını gördüm İki üç adım ilerledi ve klârneti bir köşeye fırlattı Cümbür Cemaat doğrulmuştu Kederli gözlerle ona bakıyorlardı O, yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geri attı Birden çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonradan onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun baktı O dakikayı ömrümde unutamam adaşım; dışında fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki kiremitler uçuyordu Ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu Ve o, lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi duruyordu Gözleri genç kızın üzerindeydi Dayanma edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu Kâh esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına değin fırlıyor, kâh dişlerinin aralarında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu O dudaklar ama, bir şey bildirmek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu Bu bakış ama bir an dek sürdü Daha Sonra gözkapakları ağır ağır düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı Ama derhal kendisini topladı bir defa daha etrafına bakındı Güya bir imdat bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi Gerisingeriye dönerek değirmenin değişik başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye dürüst atıldı Bir nefes alımı değin hepimiz olduğumuz yerde kaldık, daha sonra delice bağırarak arkasında koştuk Heyhat adaşım, çok geçti Atmaca yerinden fırlayan ve meslek işten geçtiçağrıda bulunmak isteyen gözlerle bize dürüst geliyordu Sağ kolu uygun değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı İşte adaşım, sana seven bir çingenenin hikâyesi Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler dek güzel kokan bir vücutla uzakta su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir Seni gördüğü vakit zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ya da ışığı aşağıda sabaha dek seyahat etmek, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, söz aramızda yine hoş şeydir Lakin sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa dayanma etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir SABAHATTİN ALİ  
 
858,496Konular
981,633Mesajlar
29,720Kullanıcılar
AR4SsSon üye
Üst Alt