Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Diyet Özeti Ömer Seyfettin

Diyet Özeti Ömer Seyfettin
0
117

iltasyazilim

FD Üye
Katılım
Ara 25, 2016
Mesajlar
0
Etkileşim
17
Puan
38
Yaş
36
F-D Coin
58
Ömer Seyfettin Diyet roman özeti
Diyet Roman Özeti Ömer Seyfettin

Dar kapısından diğer parlak girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında kimsesiz, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş edepli bir aslanı andırıyordu uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı On yıldır bu karanlık in içinde çiğ demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu ’da, bütün Rumeli ’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı Hatta İstanbul ’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üzerinde “Ali Sanatçı ’nın işi damgasını arıyorlardı O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu Uzun kılıçlar yok, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su tahsis etmek sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı Yanında çırak almaz, kimseyle fazla konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı Bekârdı Hısımı, akrabası yoktu Kentin yabancısıydı Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonradan ortaya çıkardı Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip derdi Siyah harika gözlerinin mağrur bakışından, asilzade davranışlarından, gururlu suskunluğundan, akıcı sözlerinden onun böylece basmakalıp bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu Halk onu seviyordu Kentte böyle meşhur bir ustanın bulunması herkes için bambaşka bir onur kaynağıydı
Bizim Ali…
Bizim koca sanatkâr…
Dünyada eşi yoktur…
Zülfikâr ’ın sırrı ondadır! derlerdi
Koca Ali en kalın, en katı demirleri darı yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı Amcası fazla zengindi Gösterişe düşkün bir vezirdi Onu yanına aldı Okutmak istedi Ola Ki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı Fakat Ali ’nin yaratılışında “başkasına gönül borcu olmak gibi bir sızlanmaya yer yoktu “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim, dedi Bir gece amcasının konağından kaçtı Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı Adını bilmediği ülkelerde dolaştı Sonunda Erzurum ’da ihtiyar bir demircinin yanında girdi Otuz yaşına dek Anadolu ’da uğramadığı şehir halkı kalmadı Kimseye boyun eğmedi minnettarlık olmadı Ekmeğini taştan çıkardı Alnının teriyle kazandı, içinde “tanrısal alevcilt bir ateş bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu “Çeliğe çifte su belirlemek onun aşkıydı Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir sevinç duyardı Ölünceye değin böyle hiç durmaksızın çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu
Tak!
Tak, tak!…
Tak, tak!
İşte bugün de sabahleyin namazından beri aralıksız olarak on saat uğraşmıştı Dövdüğü çarpık namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı Çekici bırakan eliyle terini sildi Kapıya döndü Karşıki mescitte dokunaklı hazin akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı İkindi abdesti daha duruyordu Yalnız ellerini yıkadı Kuruladı Yenlerini indirdi Saltasını omzuna attı Haricen çıktı Kapısını adamakıllı çekti Kilitlemeye gerek görmezdi Uzun alandan mescide dürüst yürüdü… Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa her zaman yoksular getirdi Minaresi sokağa bakan minik bir pencereydi Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu
Koca Ali mescide girince her zamankinden artı kalabalık gördü Defalarca üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi tüm kandiller yanmıştı Daha namaz safları dizilmemişti Kapının yanında çöktü Yanına alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı Konya ’dan iki ilginç dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı
Koca Ali yerinden kımıldamadı Zaten biraz başı ağrıyordu “Mesnevi dinler, açılırım! dedi Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki ilginç dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı En ufak bir nedenle coşardı Anlamını çıkaramadığı bir dilin esrarengiz uyumu, sakin kanını sular aşağıda gizli derin bir su çevrintisi gibi kaynattı Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu Yatsı namazını kıldıktan daha sonra mescitten çıkınca, dürüst dükkânına giremedi Yürüdü Uykusu yoktu Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından değişik yanında uzanıyordu Yürüdü, yürüdü Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu Kenara dayandı Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu Daldı, gitti Saatlerce kımıldamadı Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpatıp mescitteki gibi kendinden geçiyordu
Birdenbire arkasından bir ses:
Kimdir o?… diye bağırdı
Daldığı tatlı düşten uyandı Döndü Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu Elinde olmadan karşılık verdi:
Yabancı yok!
Kimsin?
Ali…
Gölgeler yaklaştı Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
Koca Ali… Koca Ali, be!
Sen misin, Ali Sanatkâr?
Benim!
Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
Hiç…
Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…
Bunlar şehir halkı subaşısının adamları, bekçilerdi Kol geziyorlardı Ne diyeceğini şaşırdı Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu Kendilerinden başka dıştan bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı Lakin, ona fena davranmadılar
Bekçibaşı:
Ali Artist, sen çılgın mi oldun? dedi
Değil
Böyle gece yarısına yakın yok, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın müsade vermediğini bilmiyor musun?
Biliyorum
Ee, ne arıyorsun buralarda?
Hiç…
Nasıl hiç…
Koca Ali yeniden ses etmedi Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı Hırpalamadılar Yalnız:
Haydi yerine git, dolaşma… dediler
Geldiği yollardan süratli çabuk dönen Koca Ali, ruhunda hemen şimdi dinlediği uyumu tekrarlıyordu Bülbüller bariz keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı Sokakta hiç kimseye rastgelmedi Dükkânının önüne gelince durdu Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu Kapısı aralıktı Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
Olağandışı, rüzgâr açmış olacak!… dedi
İşine yaramazdı oysa, hırsız araklamak sıkıntısına girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi Bekçilerin karışması canını sıkmıştı İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı öte taraftan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi Birdenbire ağır bir dermansızlık duydu Kandilini yakmaya üşendi Ocağın soluna gelen hain musandıraya el yordamıyla çıktı Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı
Sıçrayarak uyandı Kapısı vuruluyordu Uyku sersemliğiyle:
Kim o? diye haykırdı
Aç tez
Sabah olmuştu Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı Doğruldu Musandıradan atladı Ayakkabılarını bulmadan yürüdü Çabucak sürmeyi çekti Pat Diye açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı ’yı gördü Gerisinde keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı “Ne var? der gibi yüzlerine baktı
Bekçibaşı:
Ali Ressam, dükkânı arayacağız! dedi Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
Neden?…
Bu gece Budak Bey ’in mandırasında hırsızlık olmuş
Ee, bana ne?…
Onun için işte dükkânı arayacağız
O hırsızlıktan bana ne?
Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar
Bana ne?…
O keselerden bir tanesini de bu sabahtan senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Şu eşiğe bak Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh Sahiden el değin bir kan lekesi sürülmüştü O, bu kırmızı lekeye düşünceli düşünceli bakarken, palabıyıklı bekçi:
Ayrıca bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi
Koca Ali tekrar verecek bir karşılık bulamadı Önüne baktı:
Arayın… diyerek geri çekildi Bekçiyle yamakları dükkâna
girdiler Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
Ay! İşte, işte…
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi Yeni yüzülmüş bir deri fark etti Şaşırdı Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar Açtılar Daha ıslaktı Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı Bekçibaşı köpürerek sordu:
Çaldığın paraları nereye sakladın?
Ben para çalmadım
İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı
Ya kim koydu?
Bilmiyorum *
 
858,496Konular
981,666Mesajlar
29,737Kullanıcılar
ey4781Son üye
Üst Alt