iltasyazilim
FD Üye
Felsefede Tanrı Kavramı
Biyolojik açıdan öteki canlılardan bambaşka olmayan insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünyaiçeriliğidir Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline getirerek, bir evren tasarımına yönelir Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde yaşar Birisi bedensel realite diğeri de kültürel gerçekliktir böylece insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, bambaşka bir varlık alanına açılır İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur sonuç olarak oluşturduğu bu “simgeler evreni içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandığını bilir, bildiğine de inanır Bu koşul ilk bakışta bir paradoks olarak gözükebilir oysa unutulmamalıdır oysa inanç “anlayışlı olmak için inanıyorum diyebilen Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını yaratıcı ilk basamaktır Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona gelmek istemiştir İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlamıştır
Akıllılık sevgisi anlamına gelen “philosophie Yunanca bir kelimedir ve insanın hakikate varmak için uğraş göstermesi anlamına gelmektedir Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, dahası “etik disiplini bulunur Metafizik varolanı kavramak ister Ahlak ise olanı değil olması gerekeni araştırır Özetle şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını anlamak isteyen teorik felsefenin yanına, dahası insanın yürüyeceği yolu gösteren pratik felsefe yani etik vardır Fakat felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakın yanına bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu da “Mantık tır Mantık dürüst olan bilginin bilimidir Metafizik ve ahlakta dahil her veri mutlaka hakikate varmak ister ve her bilim durmadan içten bilginin peşindedir Burada ise zorunlu bir şekilde “realite nedir ve nasıl elde ederiz problemi ortaya çıkmaktadır İşte felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir
Ilk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır Rigveda da “Tanrılar ve ahali yokken bu evrende acaba ne vardı sorusu sorulmaktadır Bu türden fikirler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir Fakat felsefe nerede ve ne vakit başlamıştır sorusunun cevabı esasında felsefenin kurallarından nedeniyle şayet de şöyle verilebilir: “İnsan nerede kendi düşüncesiyle dogmalara aleyhinde bir tepkime göstermiş ve inancın dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi zihin, saf ve hakiki anlamda başlamış olur İşte bu yüzden insanlığın tanıdık kültür tarihinin başlangıcını yaratıcı Sümer, Darı ve Hint felsefeleri kendini hiçbir vakit dogmalardan soyutlayamamış ve bir nesil rahip felsefeleri olarak kalmıştır Kendisini bu anlamda soyutlayarak adamakıllı bilimsel bir biçimde gelişebilen birincil felsefe ise, Mısırdan geometriyi, babilden astronomiyi almış olduğu gibi ussal akıl tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına karşın, gerçi eski “Yunan felsefesidir denilebilir
İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak tanınan Ksenofanes (MÖ575490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve Hesiod ’a dek inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve Tanrıların insanlaştırıldığını söyler Bir yazısında Homer ’den şikayet bile eder Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve fena davranışlarını yüklemiştir Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister Keza o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır Ona tarafından Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmeyen, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki bütün davranışları ve değişimleri düzenler Ksenofanes bu düşünceleri ile daha sonraları Eflatun ve Aristo ’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı olmuştur Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir Ama ondaki monoteizm Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır Çünkü onun tanrı kavramı aynı zamanda panteisttir Yani tanrı bir marifetli olmayıp evren ile özdeştir, evrene eşittir
Eserlerini bilhassa zor anlaşılacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise başta rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır Heraklit, “dış görünüş evreni ile “reel cihanin birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder Görünüş evreni duyularımızla algıladığımız evrendir Bu evrenin arkasından gizlenen reel kâinat ise ama düşünce ile kavranılabilecek bir olgudur Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir Bu evrendeki sonsuz değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır Heraklitde de panteist girişim vardır ama o Ksenofanes ’in tersine, Tanrının değişmez sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur
Ksenofanes ’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi manzara ayrılıklarına düşmüştür Bu koşul felsefedeki birincil ve bilinçli manzara çatışması olarak kabul edilmektedir Parmenides, kâinat konusundaki düşüncelerini sadece us yolu ile elde etmeyi deneyen birincil düşünürdür O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, sefalet yokluktur kuramını yerleştirmiştir Ona kadar varolmayan bir şeye var demeye cüret etmek çelişkilidir ve bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır Doğrusu her iki düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız kâinat olarak görmüşlerdir Ancak iki evrenden hangisinin hakiki olduğu konusunda birbirlerinden kuşkusuz farklıdırlar Parmenides ’e kadar aldatıcı olan değişme halinde bulunan evrendir Değişmez, değişmez duran ve bir olan kâinat hakiki evrendir İşte bu “BİR tanrıdır yada tanrı ile özdeştir
İkinci dönemin kayda değer filozoflarından olan Anaksogoras ise “bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu sorusunu sormuş ve Evrendeki düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır Ona kadar nasıl bir taş yığınından ev, bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez Bunun için bir plana kadar çalışan becerikli zekaya gereklilik vardır Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus adını vermiştir Ona göre Nus bir tanrıdır Yalnız, onun Tanrısı, yalnızca Evrenin bir mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir Nus bir vuruş ile evreni oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır (Deizm) Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır Bu durum ise, evrenin başlangıcından günümüze dek belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek demektir
Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir âlem açıklamasının tipik temsilcisidir Çok meşhur bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi kaldırmak gerekir, onlarda maksat ve rastlantı ’dır Demokrit kendisine kadar olan filozofların en maddecisi(materyalisti)dir Çünkü ona kadar reel, madde olan atomlardan oluşur
Sofistlerde (MÖ 500) bilhassa insan konusuyla ilgilenmişlerdir Onlara göre şimdiye dek fakat felsefe, cihan konusunda sürekli bir kavrama elde edememiştir Sofistlere tarafından: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında böylece görüş vardır Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz demiştir Onun çok meşhur bir kuralının olduğu söylenir “İnsan her şeyin ölçüsüdür Protagoras için tümel bir gerçek yoktur Olsa olsa her insanın kendisine ait inançları vardır O halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin içten olduğunu kullanmak için tek yol vardır Bu da karşıdakini inandırabilme gücüdür İşte hitabet bu noktada esas olandır Nitekim sofistler dilbilgisi bilimini ilk kez ortaya koyanlardır
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına ulaşmıştır Bundan sonraki felsefe akımlarının en manâlı konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmuştur Sokrat temelde dindar bir insandır O yaşamın yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır İçinden gelen sese “benim diamon ’um diyerek o kutsal gücün dışarıda yok içinde olduğunu belirtmiştir Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir Peki öyleyse “data nedir Ona göre bu noktada manâlı olan dışarıyı yani evreni bilmek yok insanın kendi kendini bilmesidir Ola Ki de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur Sorular sonu oluşturur ve sentez kişinin kendisine bırakılır Sokrat ’ın yolunu peşine düşüp takip eden sonraki düşün akımları da “kendini bil varsayımını rehber edinmişlerdir
Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon MÖ 427347) içinse iki cihan vardır Bu iki cihan reel evrendir Biri; sürekli var olan ve değil olan, algılanabilen, nesnelerin kesintisiz değiştirmek zorunda olduğu âlem; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni Eflatun ’a tarafından çakmak, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasaları tanımaktır Duyular evrenini de ama ideler evrenine katıldığı ölçüde anlamak mümkündür Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düşünürü olan Aristo (MÖ 384322) iki bin yıl baştan başa batı uygarlığına başat olmuş ve dönemin esas görüşlerini oluşturmuştur Ona tarafından çakmak, objeleri bir bir tanımak olmayıp, bu objeleri diğer taraftan “genel bir kavram aşağı toplamak demektir Eflatunun aksine, Aristo ’ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir Aristo ’nun deyimiyle doğa yada canlı güç “bir mimardır çünkü doğa yaratabilendir Bu benzetmenin aslında özel bir anlamı da vardır; ama o da mimarın belirlenmiş bir plan ve amaca göre çalışmasından dolayıdır
Romalı Philon (MÖ 25MS50?) ise Platonun idelerini “Tanrının ruhunda bakımlı olan şeklinde yorumlamıştır Philon, Platocu felsefeyle Tanrının elçisi olan Musa ’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir (yeni Eflatunculuk) Bu teşebbüs daha sonraları üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır Hermetik öğretinin Philon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür Keza bu dönem, Museviliği olduğu dek İslam Tasavvufunu da içten etkilemiş, özellikle İbnArabi, varlık birliği yada vahdeti beden kuramı ve yöntemiyle keza felsefe, ayrıca de tasavvuf da kayda değer bir tesir oluşturmuştur
Antik Ege uygarlığının peşinde felsefe, başlıca yeni dünya dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve müdafaa etmek olmuştur Antik çağın iki düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yanlamasına devlete ait ideolojiye dönüşürken, öteki yana da garip bir şekilde yasaklanmıştır Orta çağdaki bu Skolastik felsefe anlayışı, tek ve esas gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır Dolayısıyla dogmalar, kutsal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır Bir diğer deyişle inanç akılla doğrulanmalıdır Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena ’ya (833880) tarafından tanrı real töz yani asıl gerçekliktir Olgusal ve evrenseldir St Anselmus (10331109) ’un “Monologion adlı yapıtında Tanrı, hak, iyilik, bilgelik ve mutluluğun kendisidir Gerçek üzerine (De Veritate) adlı yapıtında ise Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır Aquino ’lu Thomas ’a tarafından ise Tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde gerçekliktir Ama Thomas ’a yanıt çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus (12241274) ’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan düşünce, vahiyle gelen Tanrı bilgisini doğrulayamaz İşte bu davranış Tanrıbilimi ’ni yada Teolojiyi bir “bilim olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır Bu koşul ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans ’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı dönemin başlamasına neden olmuştur
Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey reel değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır diyerek, birincil hakiki düşüncenin “kuşku edimi olduğu sonucuna varmıştır (Septizm) Ona tarafından şüphe üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur Kant ise kuramsal usun eleştirisinde, gerçeğin sadece fenomenler düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve oysa böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür Ona tarafından bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur *
Biyolojik açıdan öteki canlılardan bambaşka olmayan insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünyaiçeriliğidir Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline getirerek, bir evren tasarımına yönelir Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde yaşar Birisi bedensel realite diğeri de kültürel gerçekliktir böylece insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, bambaşka bir varlık alanına açılır İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur sonuç olarak oluşturduğu bu “simgeler evreni içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandığını bilir, bildiğine de inanır Bu koşul ilk bakışta bir paradoks olarak gözükebilir oysa unutulmamalıdır oysa inanç “anlayışlı olmak için inanıyorum diyebilen Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını yaratıcı ilk basamaktır Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona gelmek istemiştir İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlamıştır
Akıllılık sevgisi anlamına gelen “philosophie Yunanca bir kelimedir ve insanın hakikate varmak için uğraş göstermesi anlamına gelmektedir Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, dahası “etik disiplini bulunur Metafizik varolanı kavramak ister Ahlak ise olanı değil olması gerekeni araştırır Özetle şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını anlamak isteyen teorik felsefenin yanına, dahası insanın yürüyeceği yolu gösteren pratik felsefe yani etik vardır Fakat felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakın yanına bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu da “Mantık tır Mantık dürüst olan bilginin bilimidir Metafizik ve ahlakta dahil her veri mutlaka hakikate varmak ister ve her bilim durmadan içten bilginin peşindedir Burada ise zorunlu bir şekilde “realite nedir ve nasıl elde ederiz problemi ortaya çıkmaktadır İşte felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir
Ilk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır Rigveda da “Tanrılar ve ahali yokken bu evrende acaba ne vardı sorusu sorulmaktadır Bu türden fikirler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir Fakat felsefe nerede ve ne vakit başlamıştır sorusunun cevabı esasında felsefenin kurallarından nedeniyle şayet de şöyle verilebilir: “İnsan nerede kendi düşüncesiyle dogmalara aleyhinde bir tepkime göstermiş ve inancın dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi zihin, saf ve hakiki anlamda başlamış olur İşte bu yüzden insanlığın tanıdık kültür tarihinin başlangıcını yaratıcı Sümer, Darı ve Hint felsefeleri kendini hiçbir vakit dogmalardan soyutlayamamış ve bir nesil rahip felsefeleri olarak kalmıştır Kendisini bu anlamda soyutlayarak adamakıllı bilimsel bir biçimde gelişebilen birincil felsefe ise, Mısırdan geometriyi, babilden astronomiyi almış olduğu gibi ussal akıl tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına karşın, gerçi eski “Yunan felsefesidir denilebilir
İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak tanınan Ksenofanes (MÖ575490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve Hesiod ’a dek inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve Tanrıların insanlaştırıldığını söyler Bir yazısında Homer ’den şikayet bile eder Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve fena davranışlarını yüklemiştir Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister Keza o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır Ona tarafından Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmeyen, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki bütün davranışları ve değişimleri düzenler Ksenofanes bu düşünceleri ile daha sonraları Eflatun ve Aristo ’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı olmuştur Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir Ama ondaki monoteizm Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır Çünkü onun tanrı kavramı aynı zamanda panteisttir Yani tanrı bir marifetli olmayıp evren ile özdeştir, evrene eşittir
Eserlerini bilhassa zor anlaşılacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise başta rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır Heraklit, “dış görünüş evreni ile “reel cihanin birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder Görünüş evreni duyularımızla algıladığımız evrendir Bu evrenin arkasından gizlenen reel kâinat ise ama düşünce ile kavranılabilecek bir olgudur Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir Bu evrendeki sonsuz değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır Heraklitde de panteist girişim vardır ama o Ksenofanes ’in tersine, Tanrının değişmez sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur
Ksenofanes ’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi manzara ayrılıklarına düşmüştür Bu koşul felsefedeki birincil ve bilinçli manzara çatışması olarak kabul edilmektedir Parmenides, kâinat konusundaki düşüncelerini sadece us yolu ile elde etmeyi deneyen birincil düşünürdür O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, sefalet yokluktur kuramını yerleştirmiştir Ona kadar varolmayan bir şeye var demeye cüret etmek çelişkilidir ve bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır Doğrusu her iki düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız kâinat olarak görmüşlerdir Ancak iki evrenden hangisinin hakiki olduğu konusunda birbirlerinden kuşkusuz farklıdırlar Parmenides ’e kadar aldatıcı olan değişme halinde bulunan evrendir Değişmez, değişmez duran ve bir olan kâinat hakiki evrendir İşte bu “BİR tanrıdır yada tanrı ile özdeştir
İkinci dönemin kayda değer filozoflarından olan Anaksogoras ise “bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu sorusunu sormuş ve Evrendeki düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır Ona kadar nasıl bir taş yığınından ev, bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez Bunun için bir plana kadar çalışan becerikli zekaya gereklilik vardır Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus adını vermiştir Ona göre Nus bir tanrıdır Yalnız, onun Tanrısı, yalnızca Evrenin bir mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir Nus bir vuruş ile evreni oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır (Deizm) Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır Bu durum ise, evrenin başlangıcından günümüze dek belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek demektir
Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir âlem açıklamasının tipik temsilcisidir Çok meşhur bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi kaldırmak gerekir, onlarda maksat ve rastlantı ’dır Demokrit kendisine kadar olan filozofların en maddecisi(materyalisti)dir Çünkü ona kadar reel, madde olan atomlardan oluşur
Sofistlerde (MÖ 500) bilhassa insan konusuyla ilgilenmişlerdir Onlara göre şimdiye dek fakat felsefe, cihan konusunda sürekli bir kavrama elde edememiştir Sofistlere tarafından: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında böylece görüş vardır Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz demiştir Onun çok meşhur bir kuralının olduğu söylenir “İnsan her şeyin ölçüsüdür Protagoras için tümel bir gerçek yoktur Olsa olsa her insanın kendisine ait inançları vardır O halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin içten olduğunu kullanmak için tek yol vardır Bu da karşıdakini inandırabilme gücüdür İşte hitabet bu noktada esas olandır Nitekim sofistler dilbilgisi bilimini ilk kez ortaya koyanlardır
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına ulaşmıştır Bundan sonraki felsefe akımlarının en manâlı konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmuştur Sokrat temelde dindar bir insandır O yaşamın yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır İçinden gelen sese “benim diamon ’um diyerek o kutsal gücün dışarıda yok içinde olduğunu belirtmiştir Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir Peki öyleyse “data nedir Ona göre bu noktada manâlı olan dışarıyı yani evreni bilmek yok insanın kendi kendini bilmesidir Ola Ki de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur Sorular sonu oluşturur ve sentez kişinin kendisine bırakılır Sokrat ’ın yolunu peşine düşüp takip eden sonraki düşün akımları da “kendini bil varsayımını rehber edinmişlerdir
Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon MÖ 427347) içinse iki cihan vardır Bu iki cihan reel evrendir Biri; sürekli var olan ve değil olan, algılanabilen, nesnelerin kesintisiz değiştirmek zorunda olduğu âlem; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni Eflatun ’a tarafından çakmak, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasaları tanımaktır Duyular evrenini de ama ideler evrenine katıldığı ölçüde anlamak mümkündür Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düşünürü olan Aristo (MÖ 384322) iki bin yıl baştan başa batı uygarlığına başat olmuş ve dönemin esas görüşlerini oluşturmuştur Ona tarafından çakmak, objeleri bir bir tanımak olmayıp, bu objeleri diğer taraftan “genel bir kavram aşağı toplamak demektir Eflatunun aksine, Aristo ’ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir Aristo ’nun deyimiyle doğa yada canlı güç “bir mimardır çünkü doğa yaratabilendir Bu benzetmenin aslında özel bir anlamı da vardır; ama o da mimarın belirlenmiş bir plan ve amaca göre çalışmasından dolayıdır
Romalı Philon (MÖ 25MS50?) ise Platonun idelerini “Tanrının ruhunda bakımlı olan şeklinde yorumlamıştır Philon, Platocu felsefeyle Tanrının elçisi olan Musa ’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir (yeni Eflatunculuk) Bu teşebbüs daha sonraları üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır Hermetik öğretinin Philon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür Keza bu dönem, Museviliği olduğu dek İslam Tasavvufunu da içten etkilemiş, özellikle İbnArabi, varlık birliği yada vahdeti beden kuramı ve yöntemiyle keza felsefe, ayrıca de tasavvuf da kayda değer bir tesir oluşturmuştur
Antik Ege uygarlığının peşinde felsefe, başlıca yeni dünya dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve müdafaa etmek olmuştur Antik çağın iki düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yanlamasına devlete ait ideolojiye dönüşürken, öteki yana da garip bir şekilde yasaklanmıştır Orta çağdaki bu Skolastik felsefe anlayışı, tek ve esas gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır Dolayısıyla dogmalar, kutsal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır Bir diğer deyişle inanç akılla doğrulanmalıdır Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena ’ya (833880) tarafından tanrı real töz yani asıl gerçekliktir Olgusal ve evrenseldir St Anselmus (10331109) ’un “Monologion adlı yapıtında Tanrı, hak, iyilik, bilgelik ve mutluluğun kendisidir Gerçek üzerine (De Veritate) adlı yapıtında ise Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır Aquino ’lu Thomas ’a tarafından ise Tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde gerçekliktir Ama Thomas ’a yanıt çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus (12241274) ’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan düşünce, vahiyle gelen Tanrı bilgisini doğrulayamaz İşte bu davranış Tanrıbilimi ’ni yada Teolojiyi bir “bilim olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır Bu koşul ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans ’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı dönemin başlamasına neden olmuştur
Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey reel değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır diyerek, birincil hakiki düşüncenin “kuşku edimi olduğu sonucuna varmıştır (Septizm) Ona tarafından şüphe üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur Kant ise kuramsal usun eleştirisinde, gerçeğin sadece fenomenler düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve oysa böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür Ona tarafından bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur *