iltasyazilim
FD Üye
İnsanın dünyâ ve ukbâ saâdeti, hayatında ruh ve beden âhengini temin edebilmesiyle mümkündür Bedenin maddî gıdâya ihtiyacı olduğu gibi, rûhun da mânevî gıdâya ihtiyacı vardır Rûhun en feyizli gıdâsı ise “hikmettir Hikmet ehlinin söz ve davranışlarını tefekkür etmek, tıpkı bereketli nisan yağmurlarının toprağa bahar aşısı yapması gibi, ruhların da âbı hayat katreleriyle ihyâ olmasına vesîledir Bu hakîkati Hazreti Ali (ra) ne güzel ifâde buyurur:
“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur
“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun
Boş ve mâlâyânî sözler, insanı rûhâniyetten uzaklaştırdığı gibi, hikmetli sözler de ruhlara huzur ve ferahlık verir Gündelik hayatın medcezirleri inişçıkışları içinde bunalan akıl ve kalp, hikmetli sözlerle uyanır, huzur bulur, hakîkatlere karşı âgâh hâle gelir
Hikmete vukuf bakımından insanlığın zirvesinde yer alan peygamberlerin umûmî mânâda üç vazifesi vardır:
1 Allâh’ın âyetlerinin tebliğ ve tatbiki, yani ilâhî emir ve nehiyleri beyân edip uygulamak
2 Tezkiye, yani insanların iç dünyasını mânevî kirlerden ve gaflete dûçâr edecek şeylerden arındırmak
Bunların neticesinde de;
3 Kitap ve hikmetin tâlimi; yani kalpleri ilâhî hakîkatlere ve sırlara âşinâ kılmak…
Kur’ânı Kerîm, esâsen baştan sona bir hikmetler sergisidir Hikmet, bütün hâdise ve varlıklarda meknuz olan ilâhî mesajlar ve sırrî hakîkatlerdir Dolayısıyla hikmetin mutlak menşei Allah Teâlâ’dır Peygamber Efendimiz (sa)’in bütün söz ve davranışları da, O’nun Hak Teâlâ’dan vahiy yoluyla telâkkî ettiği Kur’ân hikmetlerinin îzah ve şerhinden ibârettir
Efendimiz (sa)’deki ilâhî hikmetlere en yakından vâkıf olanlar, şüphesiz ki ashâbı kirâmdır Nitekim Efendimiz (sa);
“Ashâbım yıldızlar gibidir buyurmuştur1 Hikmet nazarıyla bakıldığında, Kur’ânı Kerîm’de “yıldızların üç husûsiyetinden bahsedildiği görülür:
1 Semâyı tezyîn etmek: Her sahâbî de, İslâm semâsında ve mü’minlerin gönül dünyasında ayrı bir güzellik sergilemiştir Cenâbı Hak, Kur’ânı Kerîm’de Muhâcirler ve Ensâr’ı medhetmiştir
2 Şeytanları Taşlamak: Fizikî olarak bu taşlamanın nasıl gerçekleştiği bizlere meçhûldür; bunun keyfiyetini Allah bilir Fakat sahâbei kirâm da Kitap ve Sünnet’e ittibâ etmek, rûhânî bir hayat yaşamak ve yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olmakla, dâimâ şeytanı taşlamışlardır
3 Yol Göstermek: Yıldızlar, bulundukları mevkiler sâyesinde yön tespitinde ölçü teşkil ettikleri gibi, ashâbı kirâm da kıyâmete kadar gelecek olan bütün ümmete örnek hayatlarıyla rehberlik ederek, toplumları yanlış fikirlerden ve hurâfelerden kurtarmak için yol göstermektedirler
Cenâbı Hak tarafından Efendimiz (sa)’in mübârek kalbine bahşedilen hikmet, Efendimiz (sa)’den sahâbei kirâma, onlardan da Hak dostlarına, kâmil mânâda intikal etmiştir Peygamber vârisi Hak dostları da, nebevî hikmetlerin nûrunu zamanlara ve mekânlara yansıtan mücellâ aynalar mesâbesindedirler Zira insanlığın yaratılış itibârıyla îkaz, irşad ve terbiyeye ihtiyacı olduğu için, bu ihtiyacın kıyâmete kadar giderilmesi husûsunda istîdatlı kullar halk etmek, Allâh’ın sonsuz merhametinin bir îcâbıdır Lâkin gerek peygamberler ve gerekse onların irşad vazîfesini devam ettiren velî kullar, hacmine ve derinliğine vâkıf olunamayan bir okyanus gibidirler Herkes o okyanusun derinliğine istîdâdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir
Bununla beraber, her fiilinde hikmet sahibi olan Cenâbı Hak, kâinattaki bütün varlıkları farklılık üzere yaratmış, kullarına da maddîmânevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir Bu bakımdan, kâinatta hiç kimse ve hattâ hiçbir varlık için tam bir ikizlik söz konusu değildir Zira birbirine mutlak sûrette eşit iki varlık yaratmak, onlardan birinin varlığını hikmetsiz kılardı Allah Teâlâ ise böyle bir noksanlıktan münezzehtir Dolayısıyla iki insan maddî bakımdan ne kadar birbirine benzese de, gönül dünyası, tefekkür, tahassüs ve temâyülleri gibi sayısız husûsiyetleri bakımından mutlaka birbirinden farklıdır
Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu da, aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler
Bu meyanda Cenâbı Hak, bâzı velî kullarını Şâhı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve mârifetullah’ta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdilerinde gezdirmiş; kimini azameti ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi’riyyeti içinde yaşatmış, kimini Yûnus Emre gibi aşkı ilâhî bülbülü kılmış, kimini de Hazreti Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, eşsiz bir mânâ deryâsı eylemiştir
Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur kılınmıştır Bu yüzden o Hak âşığı, kalemi, kelâmı, gönül eserleri ve feyizli sohbetleriyle; hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri irşâd etmeye devam etmektedir
Mevlânâ Hazretleri, Cenâbı Hakk’ın lûtfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir Bu bakımdan o, âdeta bütün Hak dostlarındaki gönül feyzinin tercümânı mevkiindedir
Mevlânâ Hazretleri’nin “Şebi Arûs Hakk’a vuslatının senei devriyesi münâsebetiyle, bu yazımızda onun gönül diyarındaki hikmetler dergâhına bir tefekkür ziyaretinde bulunmayı arzu ettik İşte Mevlânâ Hazretleri’nden, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifâdeler:
Hz Mevlânâ buyurur: “Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır O gün, öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!
Ölümü bir bayram sevinciyle karşılayabilmek için, canı ve malı bu dünyada Hakk’a kurban kılabilmek lâzımdır Fânî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilâhî hakîkatlere râm olamayan, kulluk vazifelerini îfâ hususunda tembellik gösteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gâfiller için kıyâmet, korkunç bir kurban edilme günü olacaktır
Zira ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu Bu sebeple ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, ebedî bir bayram günümüz olsun Yani asıl bayram; mü’minlerin fânî dünyadaki takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür Nitekim Hak dostları:
“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır buyurmuşlardır
Hz Mevlânâ buyurur: “Ay, geceye sabrettiği için apaydın oldu
“Gül, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği için, ona çok güzel bir râyiha ve lâtif bir renk nasib oldu
Çileyi yudumlamasını öğreten hikmetin başında “sabır gelir Çile, aşkın dostu ve yoldaşıdır Çile ve iptilâlara tahammül, insanı olgunlaştırır
Hz Mevlânâ buyurur: “Şems kuddise sirruh bana bir şey öğretti:
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!
Çile çekenin hâlinden, yine çile çeken anlar Çilekeşin dostu, yine çilekeştir Mü’min, mâtemlerin civârında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır Hadîsi şerîflerde buyrulur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir (Hâkim, II, 15)
Hz Mevlânâ buyurur: “Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır
Enes bin Mâlik (ra) şöyle der:
“Rasûlullah (sa), din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi (Heysemî, II, 295)
Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hâlhatır sormaları, küçük şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızâsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur Bunun zıddına, ihmâl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gülistânı târumâr olur; ihtilâf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar
Hz Mevlânâ buyurur: “Sağlık, sıhhat, âfiyet ve huzur çağında herkes dosttur Ama dert çağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!
Gerçek dostluk, zor zamanların dostluğudur Fakat pek çok insan, iyi gün dostudur Gerçek dostluk ise dostunun saâdetini paylaşmaya gönüllü olmak kadar, felâket ânında ıztırâbını paylaşmaya da gönüllü olmaktır Yine gerçek dostluk, yâr olup bâr olmamak, yani dostunun yükünü çekip ona yük olmamaktır Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, büyük bir hatâdır Çünkü pek çok insan, menfaatinin dostudur Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz
Hz Mevlânâ buyurur: “İnsanlarla dost ol Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır
Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken çok kolay aldatabilirken, sâlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz Bunun içindir ki hadîsi şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır buyrulmuştur (Münâvî, III, 470)
Dolayısıyla hem sâlihlerle beraber olmak, hem de sâlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mânevî erozyonlardan korunabilmenin en güzel çâresidir Bunun aksine, sâlihlerden uzak durup fâsıklarla ülfet etmek de mânevî hayata zehir serpmektir Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir Bunun içindir ki diğer bir hadîsi şerîfte de:
“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir… buyrulmuştur (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 2564993)
Hz Mevlânâ buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır
Nitekim Hak dostlarından Süfyânı Sevrî kuddise sirruh:
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir buyurmuştur
Yine bir gün kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız? dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur cevabını vermiştir
Hz Mevlânâ buyurur: “Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir
Nitekim Efendimiz (sa) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvelâ ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en güzel bir fiilî kıstas, mükemmel bir numûnei imtisal olmuştur O’nun hâli k?line, özü sözüne mutâbık olduğundan, sözleri gönüllerde tesir bereketine mazhar olmuştur Zira ancak kalpten çıkan sözler muhâtabının kalbine kadar nüfûz edebilir Gönülden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin söylediği sözler ise bir kulaktan girip diğerinden çıkar, hâl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hâsıl edemez Âyeti kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?! (esSaff, 2)
Hz Mevlânâ buyurur: “Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın
Bu dünyaya Hakk’a kulluk için geldik Mâlûm olduğu üzere Kur’ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezâhürleri, abdestsiz olarak icrâ edilemez Hiç bozulmayacak olan abdest ise, mü’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhâfaza edebilmesidir
Hz Mevlânâ buyurur: “Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin
Bir namazın kılınma süresi takrîben ononbeş dakikadır Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır Zira muhâfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşâ ve münkere hayâsızlık ve ahlâksızlıklara doğru kayabilir Hâlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyar Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alâmeti, ibadetten sonraki hâlin de ibâdetteki gibi olmasıdır Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler
Hz Mevlânâ buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez Beş yüz bin vakit ister
“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?
Namazın en büyük lezzeti, Cenâbı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır Nitekim âyeti kerîmede; “Secde et ve yaklaş (elAlak, 19) buyrulmuştur İbadetlerin mânevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez Nitekim tâcınıtahtını terk edip ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi
Nefsânî lezzetlerin alâmeti, tadılınca arzu ve hevesin sönmesidir Mânevî lezzetler ise tadıldıkça daha büyük bir şevkle arzulanır Dolayısıyla Cenâbı Hak’la gerçek bir mülâkat hâlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz Bunun içindir ki Hak âşıkları namazdaki o vuslat hâlinin bitmesini hiç istemezler
Hz Mevlânâ buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün!
Akıl ve kalp, sürekli bir şeylerin tefekkürü hâlindedir Fakat aklı ve kalbi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu hususların tefekkürüne hizmetkâr kılmak gerekir Zira makbul olan tefekkür, nefsâniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhâniyet iklîminden feyizlenen tefekkürdür
Nefsânî ve şeytânî hususların tefekkürü, insanı gaflete sürükler, nefsinin kölesi hâline getirir Rahmânî ve rûhânî hususların tefekkürü ise, kalplere rikkat verir, ibâdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsânî ihtiraslardan muhâfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyâhı eyler
Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsâd ederse, ruhları ihyâ edecek bir tefekkür iklîmine girebilmek için aklı ve kalbi mâlâyânî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcâb eder Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin çıkması beklenemez Bu sebeple, tefekkür dağarcığımız için lüzumlu şeylerle lüzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz Nitekim kurtuluşa eren mü’minler hakkında âyeti kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler (elMü’minûn, 3)
Hadîsi şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır buyrulmuştur (Tirmizî, Zühd, 11)
Hz Mevlânâ buyurur: “Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler Tahtanın içindeki kurt; «–Kimin böyle güzel helvası var!» der
“Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir
Temâyül ve yönelişleri, insanın aynasıdır İnsan aradığı şeyi düşünüp hayâl eder, düşünüp hayâl ettiği şeyin arayışı içinde olur
O hâlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi dünyâ mı ukbâ mı? Hayallerimizin rotası nefsâniyet çizgisinde mi, rûhâniyet istikâmetinde mi? Unutmayalım ki saâdeti sefâlet çarşısında aramak, en büyük ahmaklıktır!
Hz Mevlânâ buyurur: “Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
“Cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedâ, elvedâ!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!
Gerçekten de insan, maddî yapısı itibârıyla, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet annebabanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer Ardından, dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır
Dolayısıyla ölüm bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır
İnsanoğlu orada dünyada yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre ya sonsuz bir saâdete kavuşacak ya da Allah muhafaza buyursun ebedî bir azâba dûçâr kılınacaktır
Velhâsıl mü’minin vazîfesi, dünyada ölümden ürperip kaçmak yerine, ona hazırlanmak ve onu güzelleştirmeye çalışmaktır Düşünmek gerekir ki, yüz yirmi dört bin küsur peygamber, sahâbei kirâm, sayısız evliyâullah, ölümü güzelleştirmeyi bildiler Şimdi onlar, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler Bizler de ebedî saâdetimiz için fânî günlerimizi Hakk’ın rızâsına uygun şekilde geçirmeli, kendimize güzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre güzelce hazırlanmanın gayreti içinde olmalıyız
Cenâbı Hak, ilâhî hikmet tecellîlerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin Cümlemizi, dünyaya geliş ve ukbâya gidişin hikmetinde derinleşebilen sâlih mü’minlerden kılsın
Âmîn!
Dipnot: 1 Mübârekfurî, Tuhfetü’lAhvezî, Kâhire, ts, X, 226, no: 3807; İbni Abdi’lBerr, Câmiu Beyâni’lİlm, II, 91
“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur
“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun
Boş ve mâlâyânî sözler, insanı rûhâniyetten uzaklaştırdığı gibi, hikmetli sözler de ruhlara huzur ve ferahlık verir Gündelik hayatın medcezirleri inişçıkışları içinde bunalan akıl ve kalp, hikmetli sözlerle uyanır, huzur bulur, hakîkatlere karşı âgâh hâle gelir
Hikmete vukuf bakımından insanlığın zirvesinde yer alan peygamberlerin umûmî mânâda üç vazifesi vardır:
1 Allâh’ın âyetlerinin tebliğ ve tatbiki, yani ilâhî emir ve nehiyleri beyân edip uygulamak
2 Tezkiye, yani insanların iç dünyasını mânevî kirlerden ve gaflete dûçâr edecek şeylerden arındırmak
Bunların neticesinde de;
3 Kitap ve hikmetin tâlimi; yani kalpleri ilâhî hakîkatlere ve sırlara âşinâ kılmak…
Kur’ânı Kerîm, esâsen baştan sona bir hikmetler sergisidir Hikmet, bütün hâdise ve varlıklarda meknuz olan ilâhî mesajlar ve sırrî hakîkatlerdir Dolayısıyla hikmetin mutlak menşei Allah Teâlâ’dır Peygamber Efendimiz (sa)’in bütün söz ve davranışları da, O’nun Hak Teâlâ’dan vahiy yoluyla telâkkî ettiği Kur’ân hikmetlerinin îzah ve şerhinden ibârettir
Efendimiz (sa)’deki ilâhî hikmetlere en yakından vâkıf olanlar, şüphesiz ki ashâbı kirâmdır Nitekim Efendimiz (sa);
“Ashâbım yıldızlar gibidir buyurmuştur1 Hikmet nazarıyla bakıldığında, Kur’ânı Kerîm’de “yıldızların üç husûsiyetinden bahsedildiği görülür:
1 Semâyı tezyîn etmek: Her sahâbî de, İslâm semâsında ve mü’minlerin gönül dünyasında ayrı bir güzellik sergilemiştir Cenâbı Hak, Kur’ânı Kerîm’de Muhâcirler ve Ensâr’ı medhetmiştir
2 Şeytanları Taşlamak: Fizikî olarak bu taşlamanın nasıl gerçekleştiği bizlere meçhûldür; bunun keyfiyetini Allah bilir Fakat sahâbei kirâm da Kitap ve Sünnet’e ittibâ etmek, rûhânî bir hayat yaşamak ve yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olmakla, dâimâ şeytanı taşlamışlardır
3 Yol Göstermek: Yıldızlar, bulundukları mevkiler sâyesinde yön tespitinde ölçü teşkil ettikleri gibi, ashâbı kirâm da kıyâmete kadar gelecek olan bütün ümmete örnek hayatlarıyla rehberlik ederek, toplumları yanlış fikirlerden ve hurâfelerden kurtarmak için yol göstermektedirler
Cenâbı Hak tarafından Efendimiz (sa)’in mübârek kalbine bahşedilen hikmet, Efendimiz (sa)’den sahâbei kirâma, onlardan da Hak dostlarına, kâmil mânâda intikal etmiştir Peygamber vârisi Hak dostları da, nebevî hikmetlerin nûrunu zamanlara ve mekânlara yansıtan mücellâ aynalar mesâbesindedirler Zira insanlığın yaratılış itibârıyla îkaz, irşad ve terbiyeye ihtiyacı olduğu için, bu ihtiyacın kıyâmete kadar giderilmesi husûsunda istîdatlı kullar halk etmek, Allâh’ın sonsuz merhametinin bir îcâbıdır Lâkin gerek peygamberler ve gerekse onların irşad vazîfesini devam ettiren velî kullar, hacmine ve derinliğine vâkıf olunamayan bir okyanus gibidirler Herkes o okyanusun derinliğine istîdâdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir
Bununla beraber, her fiilinde hikmet sahibi olan Cenâbı Hak, kâinattaki bütün varlıkları farklılık üzere yaratmış, kullarına da maddîmânevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir Bu bakımdan, kâinatta hiç kimse ve hattâ hiçbir varlık için tam bir ikizlik söz konusu değildir Zira birbirine mutlak sûrette eşit iki varlık yaratmak, onlardan birinin varlığını hikmetsiz kılardı Allah Teâlâ ise böyle bir noksanlıktan münezzehtir Dolayısıyla iki insan maddî bakımdan ne kadar birbirine benzese de, gönül dünyası, tefekkür, tahassüs ve temâyülleri gibi sayısız husûsiyetleri bakımından mutlaka birbirinden farklıdır
Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu da, aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler
Bu meyanda Cenâbı Hak, bâzı velî kullarını Şâhı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve mârifetullah’ta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdilerinde gezdirmiş; kimini azameti ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi’riyyeti içinde yaşatmış, kimini Yûnus Emre gibi aşkı ilâhî bülbülü kılmış, kimini de Hazreti Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, eşsiz bir mânâ deryâsı eylemiştir
Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur kılınmıştır Bu yüzden o Hak âşığı, kalemi, kelâmı, gönül eserleri ve feyizli sohbetleriyle; hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri irşâd etmeye devam etmektedir
Mevlânâ Hazretleri, Cenâbı Hakk’ın lûtfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir Bu bakımdan o, âdeta bütün Hak dostlarındaki gönül feyzinin tercümânı mevkiindedir
Mevlânâ Hazretleri’nin “Şebi Arûs Hakk’a vuslatının senei devriyesi münâsebetiyle, bu yazımızda onun gönül diyarındaki hikmetler dergâhına bir tefekkür ziyaretinde bulunmayı arzu ettik İşte Mevlânâ Hazretleri’nden, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifâdeler:
Hz Mevlânâ buyurur: “Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır O gün, öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!
Ölümü bir bayram sevinciyle karşılayabilmek için, canı ve malı bu dünyada Hakk’a kurban kılabilmek lâzımdır Fânî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilâhî hakîkatlere râm olamayan, kulluk vazifelerini îfâ hususunda tembellik gösteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gâfiller için kıyâmet, korkunç bir kurban edilme günü olacaktır
Zira ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu Bu sebeple ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, ebedî bir bayram günümüz olsun Yani asıl bayram; mü’minlerin fânî dünyadaki takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür Nitekim Hak dostları:
“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır buyurmuşlardır
Hz Mevlânâ buyurur: “Ay, geceye sabrettiği için apaydın oldu
“Gül, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği için, ona çok güzel bir râyiha ve lâtif bir renk nasib oldu
Çileyi yudumlamasını öğreten hikmetin başında “sabır gelir Çile, aşkın dostu ve yoldaşıdır Çile ve iptilâlara tahammül, insanı olgunlaştırır
Hz Mevlânâ buyurur: “Şems kuddise sirruh bana bir şey öğretti:
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!
Çile çekenin hâlinden, yine çile çeken anlar Çilekeşin dostu, yine çilekeştir Mü’min, mâtemlerin civârında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır Hadîsi şerîflerde buyrulur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir (Hâkim, II, 15)
Hz Mevlânâ buyurur: “Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır
Enes bin Mâlik (ra) şöyle der:
“Rasûlullah (sa), din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi (Heysemî, II, 295)
Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hâlhatır sormaları, küçük şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızâsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur Bunun zıddına, ihmâl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gülistânı târumâr olur; ihtilâf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar
Hz Mevlânâ buyurur: “Sağlık, sıhhat, âfiyet ve huzur çağında herkes dosttur Ama dert çağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!
Gerçek dostluk, zor zamanların dostluğudur Fakat pek çok insan, iyi gün dostudur Gerçek dostluk ise dostunun saâdetini paylaşmaya gönüllü olmak kadar, felâket ânında ıztırâbını paylaşmaya da gönüllü olmaktır Yine gerçek dostluk, yâr olup bâr olmamak, yani dostunun yükünü çekip ona yük olmamaktır Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, büyük bir hatâdır Çünkü pek çok insan, menfaatinin dostudur Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz
Hz Mevlânâ buyurur: “İnsanlarla dost ol Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır
Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken çok kolay aldatabilirken, sâlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz Bunun içindir ki hadîsi şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır buyrulmuştur (Münâvî, III, 470)
Dolayısıyla hem sâlihlerle beraber olmak, hem de sâlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mânevî erozyonlardan korunabilmenin en güzel çâresidir Bunun aksine, sâlihlerden uzak durup fâsıklarla ülfet etmek de mânevî hayata zehir serpmektir Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir Bunun içindir ki diğer bir hadîsi şerîfte de:
“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir… buyrulmuştur (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 2564993)
Hz Mevlânâ buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır
Nitekim Hak dostlarından Süfyânı Sevrî kuddise sirruh:
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir buyurmuştur
Yine bir gün kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız? dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur cevabını vermiştir
Hz Mevlânâ buyurur: “Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir
Nitekim Efendimiz (sa) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvelâ ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en güzel bir fiilî kıstas, mükemmel bir numûnei imtisal olmuştur O’nun hâli k?line, özü sözüne mutâbık olduğundan, sözleri gönüllerde tesir bereketine mazhar olmuştur Zira ancak kalpten çıkan sözler muhâtabının kalbine kadar nüfûz edebilir Gönülden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin söylediği sözler ise bir kulaktan girip diğerinden çıkar, hâl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hâsıl edemez Âyeti kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?! (esSaff, 2)
Hz Mevlânâ buyurur: “Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın
Bu dünyaya Hakk’a kulluk için geldik Mâlûm olduğu üzere Kur’ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezâhürleri, abdestsiz olarak icrâ edilemez Hiç bozulmayacak olan abdest ise, mü’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhâfaza edebilmesidir
Hz Mevlânâ buyurur: “Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin
Bir namazın kılınma süresi takrîben ononbeş dakikadır Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır Zira muhâfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşâ ve münkere hayâsızlık ve ahlâksızlıklara doğru kayabilir Hâlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyar Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alâmeti, ibadetten sonraki hâlin de ibâdetteki gibi olmasıdır Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler
Hz Mevlânâ buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez Beş yüz bin vakit ister
“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?
Namazın en büyük lezzeti, Cenâbı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır Nitekim âyeti kerîmede; “Secde et ve yaklaş (elAlak, 19) buyrulmuştur İbadetlerin mânevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez Nitekim tâcınıtahtını terk edip ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi
Nefsânî lezzetlerin alâmeti, tadılınca arzu ve hevesin sönmesidir Mânevî lezzetler ise tadıldıkça daha büyük bir şevkle arzulanır Dolayısıyla Cenâbı Hak’la gerçek bir mülâkat hâlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz Bunun içindir ki Hak âşıkları namazdaki o vuslat hâlinin bitmesini hiç istemezler
Hz Mevlânâ buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün!
Akıl ve kalp, sürekli bir şeylerin tefekkürü hâlindedir Fakat aklı ve kalbi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu hususların tefekkürüne hizmetkâr kılmak gerekir Zira makbul olan tefekkür, nefsâniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhâniyet iklîminden feyizlenen tefekkürdür
Nefsânî ve şeytânî hususların tefekkürü, insanı gaflete sürükler, nefsinin kölesi hâline getirir Rahmânî ve rûhânî hususların tefekkürü ise, kalplere rikkat verir, ibâdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsânî ihtiraslardan muhâfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyâhı eyler
Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsâd ederse, ruhları ihyâ edecek bir tefekkür iklîmine girebilmek için aklı ve kalbi mâlâyânî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcâb eder Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin çıkması beklenemez Bu sebeple, tefekkür dağarcığımız için lüzumlu şeylerle lüzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz Nitekim kurtuluşa eren mü’minler hakkında âyeti kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler (elMü’minûn, 3)
Hadîsi şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır buyrulmuştur (Tirmizî, Zühd, 11)
Hz Mevlânâ buyurur: “Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler Tahtanın içindeki kurt; «–Kimin böyle güzel helvası var!» der
“Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir
Temâyül ve yönelişleri, insanın aynasıdır İnsan aradığı şeyi düşünüp hayâl eder, düşünüp hayâl ettiği şeyin arayışı içinde olur
O hâlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi dünyâ mı ukbâ mı? Hayallerimizin rotası nefsâniyet çizgisinde mi, rûhâniyet istikâmetinde mi? Unutmayalım ki saâdeti sefâlet çarşısında aramak, en büyük ahmaklıktır!
Hz Mevlânâ buyurur: “Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
“Cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedâ, elvedâ!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!
Gerçekten de insan, maddî yapısı itibârıyla, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet annebabanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer Ardından, dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır
Dolayısıyla ölüm bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır
İnsanoğlu orada dünyada yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre ya sonsuz bir saâdete kavuşacak ya da Allah muhafaza buyursun ebedî bir azâba dûçâr kılınacaktır
Velhâsıl mü’minin vazîfesi, dünyada ölümden ürperip kaçmak yerine, ona hazırlanmak ve onu güzelleştirmeye çalışmaktır Düşünmek gerekir ki, yüz yirmi dört bin küsur peygamber, sahâbei kirâm, sayısız evliyâullah, ölümü güzelleştirmeyi bildiler Şimdi onlar, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler Bizler de ebedî saâdetimiz için fânî günlerimizi Hakk’ın rızâsına uygun şekilde geçirmeli, kendimize güzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre güzelce hazırlanmanın gayreti içinde olmalıyız
Cenâbı Hak, ilâhî hikmet tecellîlerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin Cümlemizi, dünyaya geliş ve ukbâya gidişin hikmetinde derinleşebilen sâlih mü’minlerden kılsın
Âmîn!
Dipnot: 1 Mübârekfurî, Tuhfetü’lAhvezî, Kâhire, ts, X, 226, no: 3807; İbni Abdi’lBerr, Câmiu Beyâni’lİlm, II, 91