iltasyazilim
FD Üye
İnsanlar ve cinler için bir imtihan mekânı olarak yaratılan bu dünya, ilâhî hikmet ve kudret nakışlarının, ibret dolu bir sergisidir Son insanla bu serginin hükmü de nihâyete erecektir Yani kâinat, her şeyiyle fânîdir Var edilen her varlık yokluğa, dünyaya gelen her canlı da ölüme mahkûmdur En isyankâr ve inkârcı insanlar bile, günün birinde Cenâbı Hakk’ın bu umûmî fermânına ister istemez boyun eğmek zorundadır
Fakat ezelî ve ebedî olan Allâh’ın bizzat yaratıp müstesnâ kâbiliyetler ihsân ettiği insan, aslâ fânîliği istemez, dâimâ ölümden kaçıp sonsuzluğu arar Bu arayış, onun yaratılışının derinliklerine nakşolmuş en köklü husûsiyetlerden biridir Bundan dolayıdır ki dünya hayatı boyunca fânîlik kafesine hapsolmuş bulunan insanın kendi içinde çözmeyi arzuladığı en mühim mesele, “ölüm muammâsı olagelmiştir
İnsan; hakka ve hakîkate râm olacak bir kıvamda yaratıldığından, özü itibârıyla meçhûle rızâ göstermez Dâimâ mâlûma koşar; meçhuller ve belirsizlikler, onu derûnî bir ıztırâba dûçâr eder
Bu sebeple âkıbet belirsizliği, ölümden sonraki hayata dâir meçhuller, öteden beri insanlığın zihnini ve gönlünü çokça meşgul etmiştir Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve ne zaman kımıldasa insanı içten içe tedirgin kılan bu meçhûliyetin üstü türlü telâkkîlerle örtülmeye çalışılmıştır
Bununla beraber, herkesi şiddetli ve ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir Hâl böyle olunca, onu mâlûma bağlamak da beşerî ihtiyaçların ilk sıralarında gelir
Duygular, düşünceler ve gayretler, ölüm muammâsı üzerinde derinleşmedikçe, toprak altındaki o istikbâl diyârının sırrına erilemez Korku ve ürperti ile ölümden kaçmak, beyhûde yorulmak; onu görmezden gelip unutmaya çalışmaksa, en büyük hamâkattir Âyeti kerîmede buyrulur:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir (K?f, 19)
Yani ölümden kaçacak bir sığınak olmadığı gibi, ondan kaçanların kurtulduğuna dair bir haber de duyulmamıştır
Ölüm vâkıası, inanan veya inanmayan bütün insanlığın müşterek kaygısıdır İnsanlar, ölüme yükledikleri mânâ itibârıyla birbirlerinden ayrılsalar da; “Acabâ öldükten sonraki hâlim nasıl olacak? gibi suallerle kalplerde düğümlenen istikbal endişesi, bütün insanlığın ortak meselesidir
Çünkü hayat, beşikle tabut arasındaki kısacık mesâfeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir Hâl böyleyken, insan idrâkinde beliren “Hayat nedir? sorusuna, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselirse, bu kadar karanlık bir hayattan daha acı ne olabilir?! Dünyaya geliş ve ukbâya gidiş manzarası karşısında kendi âkıbetini düşünen bir insanın iç dünyasını böylesine ağır bir muammânın ıztırâbından kurtaracak olan yegâne mercî, ilâhî beyanlardır Beşer tefekkürü ile kavranması mümkün olmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, ancak vahyin ve peygamberlerin irşâdına gönül vermeye bağlıdır İnsanın yöneleceği yegâne kurtuluş kapısı, fânî dünyada Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp gerçek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir
Hepimiz, ilâhî imtihan diyârı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknâmesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gömüleceğiz Yani dünya hayatı; ilâhî rızâya nâil olmak ve ebedî istikbâli kazanmak için verilen bir mühletten ibârettir
İnsanlık târihi boyunca bu ilâhî hakîkatlere sırt dönenler, ölüm ve ötesiyle ilgili sayısız hurâfelere inanarak türlü sapıklıklara sürüklenmekten kurtulamamışlardır Zira akıllar üstü bir mevzû olan ölüm ve ötesini, cılız idrak mîzanlarıyla ölçebilmek mümkün değildir
Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla ölçüp biçmeye kalkışan nice gâfiller, ilâhî beyanlarla işin aslı kendilerine açıklanınca, gerçeği kabul etmek yerine nefislerinin hoşuna gitmediği için bâzen alay, bâzen telâş içinde ihtilâf ve münâkaşalara dalmışlardır Bunlardan Mekke müşriklerinin hâlini Cenâbı Hak şöyle beyân eder:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi? (enNebe, 13)
Âyeti kerîmede beyân edilen “büyük haberi, Müfessir Hamdi Efendi şöyle izah eder:
“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gönderilmesi ve özellikle O’nun Kur’ân ve nübüvvet ile bildirdiği kıyâmet haberidir Îmân etmeyenler, Efendimiz r’in peygamber olarak gönderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, Allâh’ın birliğine ve âhiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş elçi miymiş? Hele o kıyâmet haberi de nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, öyle mi?» diyorlar Kimi «Öyle» diyor, kimi «Böyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddüt ediyordu (Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 488489)
Rasûli Ekrem r Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken ne yazık ki alay, hakaret ve bîgânelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların böyle bir âkıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi Müşriklerin, kendilerine haber verilen âhiret gerçeği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, âyeti kerîmelerde şöyle temas edilmektedir:
“Şerefli Kur’ân’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kâfirler; «Bu ne tuhaf şey! Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir dönüştür» dediler (K?f, 23)
Hâlbuki öldükten sonra dirilişin, Rabbimiz için hiç de zor olmadığı, diğer bâzı âyeti kerîmelerde de şöyle beyan edilmiştir:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir (Yâsîn, 7779)
“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile1 aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter (elKıyâme, 34)
“Mahlûkatı ilkin yaratıp sonra (kıyâmette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (öldükten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır (Rûm, 27)
Mekkeliler ve bilhassa kendilerini eşraftan sayan, fakat kibir ve gururlarının esiri olan Ebû Cehil ve yandaşları, Peygamber Efendimiz’in nübüvvet vazifesini çekemediklerinden, O’nun verdiği âhiret haberini de hayret ve şaşkınlıkla karşıladılar Kureyşlilerin bu menfî tavrına temasla başlayan Nebe Sûresi’nde, beşerin ölümden sonraki meçhullerini aydınlatan haberle ilgili olarak “büyük haber buyrulmuştur Bunun hikmetiyse çok açıktır: Çünkü insanlar ölüm karşısında müşterek bir ıztırap içindedirler Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, yürekleri derinden derine sızlatmaktadır Yaşayanlar için ölümden büyük hâdise olmadığı gibi, onun ardını aydınlatan haber de “büyük haberdir Bu azameti kavrayan idrakler, fânî ve gelgeç nîmetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, yalancı istikbâl hayallerinden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelirler Zira böylesine büyük bir istikbâl haberini hangi aklı selîm sahibi insan göz ardı edebilir?!
Ölümün tefekkürüyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır Ebedî saâdet güneşi, ilâhî beyanlara gönül vererek yaşayıp müsterih bir vicdanla ölmesini bilenlerin ufuklarından doğar Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü hatırlamayı ve ona dâir hazırlıkla meşgul olmayı, zekâ eseri saymıştır Nitekim bir hadîsi şerîfte:
“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır… buyrulmuştur (Tirmizî, Kıyâmet, 252459)
ÖLÜMÜN BAĞRINDA
YAŞAR GİBİ
Ölümden kaçarak beyhûde yorulan, ölümü kendinden uzak görerek kendini kandıran gâfillerin aksine, nebevî terbiye ile yetişen ashâbı kirâm ve onların izinden yürüyen Hak dostları, ölüme hazırlanmayı, onu sık sık hatırlamayı ve âdeta ölümle iç içe yaşamayı hayat düstûru edinmiş kullardı Nitekim sahâbeden Ebû Hüreyre t ölümü kendisine o kadar yakın görürdü ki, bir cenâze götürüldüğünü görse, âdeta ölüye seslenerek; “Git, biz de ardından geliyoruz derdi (İhyâ, IV, 865)
Hazreti Ali t da sık sık kabirleri ziyaret ederdi Bir gün ona:
“–Ne oluyor, neredeyse mezarlara komşu oldun? dediklerinde şu karşılığı verdi:
“–Onlar sizden çok daha iyi komşulardır Çünkü onlar, dünyalıktan bahsetmezler Lisânı hâlleriyle de sürekli âhireti anlatırlar (İhyâ, IV, 866)
Hakîkaten, ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz Ölüm sessizliğine bürünmüş her bir mezar taşı, lisânı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir Dolayısıyla mezar taşlarından yükselen sessiz feryatları duyup hissedebilmek, mü’minler için büyük bir bahtiyarlıktır
Hazreti Osman t da bir mezarlığa uğrasa, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı Bir gün kendisine:
“–Cennet ve Cehennem anıldığı vakit ağlamazsın da, mezar başında niye ağlarsın? denildi Bunun üzerine o da:
“–Rasûli Ekrem r; «Kabir, âhiret yolunun ilk konak yeridir İnsan orada kendini kurtarırsa ondan sonrası kolaydır, kurtaramazsa ondan sonrası daha zordur» buyurduğu için ağlarım karşılığını verdi (İhyâ, IV, 867)
Meymûn bin Mihran anlatıyor:
Ömer bin Abdülaziz ile bir mezarlığa doğru gittik Mezarları görünce hüzünlendi Sonra bana dönerek:
“–Ey Meymûn, bunlar atalarımın mezarlarıdır Sanki dünyaya hiç karışmamışlar gibidir Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi dedi Ardından da nemli gözlerle bir mezara bakarak:
“–Vallâhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha büyük bir nîmete kavuşmuş bir kimse düşünemiyorum dedi (İhyâ, IV, 868)
KABİR ZİYÂRETLERİ
Peygamber Efendimiz r nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı Zira câhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına âit ruhların kudsiyet kazandığını düşünür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için kabir ziyâretinde bulunurlardı Efendimiz r, bu câhiliye âdetinden bir eser kalmaması için, ilk zamanlar kabir ziyâretini yasaklamıştı
Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz r kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu şu sözleriyle teşvik etmiştir:
“Ben size kabir ziyâretini yasaklamıştım Şimdi ise ziyaret edin Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır (Tirmizî, Cenâiz, 60; Müslim, Cenâiz, 106)
Nitekim Efendimiz r de Uhud şehidlerini ve Cennetü’lBakî Kabristanı’nı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat örnek olurdu
Yine Hazreti Peygamber r ashâbı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:
“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim (Müslim, Cenâiz, 104)
Bir mü’min de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir Nitekim Hak dostlarından Hâtemi Esam Hazretleri:
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni düşünmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır buyurmuştur (İhyâ, IV, 868)
Hadîsi şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir (Deylemî, elFirdevs biMe’sûri’lHitâb, IV, 1036323; Ali elMüttakî, XV, 69442783; XV, 74942971)
Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’ân okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmâdır2 Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîni Şerîf okumak, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldür Nitekim hadîsi şerîfte şöyle buyrulur:
“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:
“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
İmâm Şâfiî rahmetullâhi aleyh de şöyle buyurur:
“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir3
Görüldüğü üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayırhasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir
Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkati kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir
Ehli Sünnet inancına göre, ölen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir Yapılan hayırlardan istifade eder ve sevinir Şerlerden de eziyet görür ve üzülür Yani insan, bedeniyle ölür, rûhuyla değil
Pek çok hadîsi şerîfte Peygamber Efendimiz r’in, vefâtından sonra konuşulanları işittiği, selâmlara karşılık verdiği, ümmetin amellerinin kendisine arz edildiği, gördüğü günahlar için istiğfâr edip haseneler sebebiyle Allâh’a hamd ettiği bildirilmektedir Üstelik bu hâlin, sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olmadığı da bir hadîsi şerîfte şöyle beyân edilir:
“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 1293887)
Seyyid Tâha’lHakkârî Hazretleri’nin kayınpederi, Nehrî kadısı idi Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçenin kapı girişinde yapılmasını vasiyet etti ve;
“Seyyid Tâhâ Hazretleri’nin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allah Teâlâ beni de affeder Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim buyurdu4
Sâlih zâtların, vefatlarından sonra bile etraflarına rahmet vesîlesi olduğuna işâret sadedinde, hadîsi şerîflerde de şöyle buyrulur:
“Ashâbımdan biri bir bölgede vefât ederse kıyâmet günü oranın ahâlîsi için önder ve nûr olarak haşrolunur (Tirmizî, Menâkıb, 583865)
“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz (Deylemî, Müsned, I, 102)
Diğer taraftan, büyüklerin kabirlerini ziyarette, bâzı yanlış tavırlardan ve bid’atlardan da titizlikle uzak durmak gerekir Kabirlerin başında mum yakmak, çaput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zâttan medet ummak gibi
Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allah’tan istenmelidir Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne mercî, Fâili Mutlak olan Cenâbı Hak’tır O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez Bu yüzden, doğrudan doğruya ölüden istemek, şirke kapı aralar Gaflet ve cehâletleri sebebiyle böyle yapanları îkaz etmek, her mü’minin zarûrî bir vazifesidir Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur
Diğer taraftan bu husustaki aşırılıklara karşı çıkayım derken, İslâmî edebe riâyetle yapılan kabir ziyaretini “şirk sayacak kadar ileri gidenler de bu hatânın bir benzerini tersinden ortaya koymaktadırlar
İslâm, her meselede olduğu gibi kabir ziyâreti hususunda da îtidâli esas almaktadır Peygamber Efendimiz r ve ashâbının söz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kaçmadan nasıl davranmak gerektiğinin en güzel örneğidir
Cenâbı Hak cümlemizi, her gününü son günüymüş gibi büyük bir rikkat ve gayretle değerlendiren, ölmeden evvel ölmek sırrından hisse alabilen, dünyayı âhiret penceresinden seyreden, kabristanların sessizsözsüz, fakat dehşetli vaazlarına âşinâ olabilen, firâset ve basîret sahibi sâlih kullarından eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar: 1 Günümüzde “daktiloskopi denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır Bu ilim, parmak izlerinin ömür boyunca hiç değişmediğini ve hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır Bu hakîkat, 19 asrın sonlarında keşfedilmiştir Oysa Kur’ânı Kerîm, parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden dikkat çekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir Bu da Kur’ân’ın dâimâ önden gittiğinin, müsbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir 2 İcmâ: İslâm hukûkunda dört aslî delil vardır: Kur’ân, Sünnet, kıyâsı fukahâ ve icmâı ümmet İcmâı ümmet; bütün müslümanların, bilhassa da meseleye vâkıf olan İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir 3 Nevevî, Riyâzu’sSâlihîn, Beyrut, ts s 293 4 Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi
Fakat ezelî ve ebedî olan Allâh’ın bizzat yaratıp müstesnâ kâbiliyetler ihsân ettiği insan, aslâ fânîliği istemez, dâimâ ölümden kaçıp sonsuzluğu arar Bu arayış, onun yaratılışının derinliklerine nakşolmuş en köklü husûsiyetlerden biridir Bundan dolayıdır ki dünya hayatı boyunca fânîlik kafesine hapsolmuş bulunan insanın kendi içinde çözmeyi arzuladığı en mühim mesele, “ölüm muammâsı olagelmiştir
İnsan; hakka ve hakîkate râm olacak bir kıvamda yaratıldığından, özü itibârıyla meçhûle rızâ göstermez Dâimâ mâlûma koşar; meçhuller ve belirsizlikler, onu derûnî bir ıztırâba dûçâr eder
Bu sebeple âkıbet belirsizliği, ölümden sonraki hayata dâir meçhuller, öteden beri insanlığın zihnini ve gönlünü çokça meşgul etmiştir Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve ne zaman kımıldasa insanı içten içe tedirgin kılan bu meçhûliyetin üstü türlü telâkkîlerle örtülmeye çalışılmıştır
Bununla beraber, herkesi şiddetli ve ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm, istisnâsız başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir Hâl böyle olunca, onu mâlûma bağlamak da beşerî ihtiyaçların ilk sıralarında gelir
Duygular, düşünceler ve gayretler, ölüm muammâsı üzerinde derinleşmedikçe, toprak altındaki o istikbâl diyârının sırrına erilemez Korku ve ürperti ile ölümden kaçmak, beyhûde yorulmak; onu görmezden gelip unutmaya çalışmaksa, en büyük hamâkattir Âyeti kerîmede buyrulur:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir (K?f, 19)
Yani ölümden kaçacak bir sığınak olmadığı gibi, ondan kaçanların kurtulduğuna dair bir haber de duyulmamıştır
Ölüm vâkıası, inanan veya inanmayan bütün insanlığın müşterek kaygısıdır İnsanlar, ölüme yükledikleri mânâ itibârıyla birbirlerinden ayrılsalar da; “Acabâ öldükten sonraki hâlim nasıl olacak? gibi suallerle kalplerde düğümlenen istikbal endişesi, bütün insanlığın ortak meselesidir
Çünkü hayat, beşikle tabut arasındaki kısacık mesâfeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir Hâl böyleyken, insan idrâkinde beliren “Hayat nedir? sorusuna, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yükselirse, bu kadar karanlık bir hayattan daha acı ne olabilir?! Dünyaya geliş ve ukbâya gidiş manzarası karşısında kendi âkıbetini düşünen bir insanın iç dünyasını böylesine ağır bir muammânın ıztırâbından kurtaracak olan yegâne mercî, ilâhî beyanlardır Beşer tefekkürü ile kavranması mümkün olmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek, ancak vahyin ve peygamberlerin irşâdına gönül vermeye bağlıdır İnsanın yöneleceği yegâne kurtuluş kapısı, fânî dünyada Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp gerçek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir
Hepimiz, ilâhî imtihan diyârı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknâmesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gömüleceğiz Yani dünya hayatı; ilâhî rızâya nâil olmak ve ebedî istikbâli kazanmak için verilen bir mühletten ibârettir
İnsanlık târihi boyunca bu ilâhî hakîkatlere sırt dönenler, ölüm ve ötesiyle ilgili sayısız hurâfelere inanarak türlü sapıklıklara sürüklenmekten kurtulamamışlardır Zira akıllar üstü bir mevzû olan ölüm ve ötesini, cılız idrak mîzanlarıyla ölçebilmek mümkün değildir
Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla ölçüp biçmeye kalkışan nice gâfiller, ilâhî beyanlarla işin aslı kendilerine açıklanınca, gerçeği kabul etmek yerine nefislerinin hoşuna gitmediği için bâzen alay, bâzen telâş içinde ihtilâf ve münâkaşalara dalmışlardır Bunlardan Mekke müşriklerinin hâlini Cenâbı Hak şöyle beyân eder:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi? (enNebe, 13)
Âyeti kerîmede beyân edilen “büyük haberi, Müfessir Hamdi Efendi şöyle izah eder:
“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gönderilmesi ve özellikle O’nun Kur’ân ve nübüvvet ile bildirdiği kıyâmet haberidir Îmân etmeyenler, Efendimiz r’in peygamber olarak gönderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, Allâh’ın birliğine ve âhiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş elçi miymiş? Hele o kıyâmet haberi de nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, öyle mi?» diyorlar Kimi «Öyle» diyor, kimi «Böyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddüt ediyordu (Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 488489)
Rasûli Ekrem r Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken ne yazık ki alay, hakaret ve bîgânelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların böyle bir âkıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi Müşriklerin, kendilerine haber verilen âhiret gerçeği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, âyeti kerîmelerde şöyle temas edilmektedir:
“Şerefli Kur’ân’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kâfirler; «Bu ne tuhaf şey! Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir dönüştür» dediler (K?f, 23)
Hâlbuki öldükten sonra dirilişin, Rabbimiz için hiç de zor olmadığı, diğer bâzı âyeti kerîmelerde de şöyle beyan edilmiştir:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir (Yâsîn, 7779)
“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile1 aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter (elKıyâme, 34)
“Mahlûkatı ilkin yaratıp sonra (kıyâmette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (öldükten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır (Rûm, 27)
Mekkeliler ve bilhassa kendilerini eşraftan sayan, fakat kibir ve gururlarının esiri olan Ebû Cehil ve yandaşları, Peygamber Efendimiz’in nübüvvet vazifesini çekemediklerinden, O’nun verdiği âhiret haberini de hayret ve şaşkınlıkla karşıladılar Kureyşlilerin bu menfî tavrına temasla başlayan Nebe Sûresi’nde, beşerin ölümden sonraki meçhullerini aydınlatan haberle ilgili olarak “büyük haber buyrulmuştur Bunun hikmetiyse çok açıktır: Çünkü insanlar ölüm karşısında müşterek bir ıztırap içindedirler Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, yürekleri derinden derine sızlatmaktadır Yaşayanlar için ölümden büyük hâdise olmadığı gibi, onun ardını aydınlatan haber de “büyük haberdir Bu azameti kavrayan idrakler, fânî ve gelgeç nîmetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, yalancı istikbâl hayallerinden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelirler Zira böylesine büyük bir istikbâl haberini hangi aklı selîm sahibi insan göz ardı edebilir?!
Ölümün tefekkürüyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır Ebedî saâdet güneşi, ilâhî beyanlara gönül vererek yaşayıp müsterih bir vicdanla ölmesini bilenlerin ufuklarından doğar Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü hatırlamayı ve ona dâir hazırlıkla meşgul olmayı, zekâ eseri saymıştır Nitekim bir hadîsi şerîfte:
“Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonrası için çalışandır… buyrulmuştur (Tirmizî, Kıyâmet, 252459)
ÖLÜMÜN BAĞRINDA
YAŞAR GİBİ
Ölümden kaçarak beyhûde yorulan, ölümü kendinden uzak görerek kendini kandıran gâfillerin aksine, nebevî terbiye ile yetişen ashâbı kirâm ve onların izinden yürüyen Hak dostları, ölüme hazırlanmayı, onu sık sık hatırlamayı ve âdeta ölümle iç içe yaşamayı hayat düstûru edinmiş kullardı Nitekim sahâbeden Ebû Hüreyre t ölümü kendisine o kadar yakın görürdü ki, bir cenâze götürüldüğünü görse, âdeta ölüye seslenerek; “Git, biz de ardından geliyoruz derdi (İhyâ, IV, 865)
Hazreti Ali t da sık sık kabirleri ziyaret ederdi Bir gün ona:
“–Ne oluyor, neredeyse mezarlara komşu oldun? dediklerinde şu karşılığı verdi:
“–Onlar sizden çok daha iyi komşulardır Çünkü onlar, dünyalıktan bahsetmezler Lisânı hâlleriyle de sürekli âhireti anlatırlar (İhyâ, IV, 866)
Hakîkaten, ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz Ölüm sessizliğine bürünmüş her bir mezar taşı, lisânı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir Dolayısıyla mezar taşlarından yükselen sessiz feryatları duyup hissedebilmek, mü’minler için büyük bir bahtiyarlıktır
Hazreti Osman t da bir mezarlığa uğrasa, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı Bir gün kendisine:
“–Cennet ve Cehennem anıldığı vakit ağlamazsın da, mezar başında niye ağlarsın? denildi Bunun üzerine o da:
“–Rasûli Ekrem r; «Kabir, âhiret yolunun ilk konak yeridir İnsan orada kendini kurtarırsa ondan sonrası kolaydır, kurtaramazsa ondan sonrası daha zordur» buyurduğu için ağlarım karşılığını verdi (İhyâ, IV, 867)
Meymûn bin Mihran anlatıyor:
Ömer bin Abdülaziz ile bir mezarlığa doğru gittik Mezarları görünce hüzünlendi Sonra bana dönerek:
“–Ey Meymûn, bunlar atalarımın mezarlarıdır Sanki dünyaya hiç karışmamışlar gibidir Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi dedi Ardından da nemli gözlerle bir mezara bakarak:
“–Vallâhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha büyük bir nîmete kavuşmuş bir kimse düşünemiyorum dedi (İhyâ, IV, 868)
KABİR ZİYÂRETLERİ
Peygamber Efendimiz r nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı Zira câhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına âit ruhların kudsiyet kazandığını düşünür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için kabir ziyâretinde bulunurlardı Efendimiz r, bu câhiliye âdetinden bir eser kalmaması için, ilk zamanlar kabir ziyâretini yasaklamıştı
Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz r kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu şu sözleriyle teşvik etmiştir:
“Ben size kabir ziyâretini yasaklamıştım Şimdi ise ziyaret edin Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır (Tirmizî, Cenâiz, 60; Müslim, Cenâiz, 106)
Nitekim Efendimiz r de Uhud şehidlerini ve Cennetü’lBakî Kabristanı’nı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat örnek olurdu
Yine Hazreti Peygamber r ashâbı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:
“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim (Müslim, Cenâiz, 104)
Bir mü’min de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir Nitekim Hak dostlarından Hâtemi Esam Hazretleri:
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni düşünmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır buyurmuştur (İhyâ, IV, 868)
Hadîsi şerîfte de şöyle buyrulur:
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünya ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir (Deylemî, elFirdevs biMe’sûri’lHitâb, IV, 1036323; Ali elMüttakî, XV, 69442783; XV, 74942971)
Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’ân okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmâdır2 Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîni Şerîf okumak, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldür Nitekim hadîsi şerîfte şöyle buyrulur:
“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:
“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
İmâm Şâfiî rahmetullâhi aleyh de şöyle buyurur:
“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir3
Görüldüğü üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayırhasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir
Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkati kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir
Ehli Sünnet inancına göre, ölen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir Yapılan hayırlardan istifade eder ve sevinir Şerlerden de eziyet görür ve üzülür Yani insan, bedeniyle ölür, rûhuyla değil
Pek çok hadîsi şerîfte Peygamber Efendimiz r’in, vefâtından sonra konuşulanları işittiği, selâmlara karşılık verdiği, ümmetin amellerinin kendisine arz edildiği, gördüğü günahlar için istiğfâr edip haseneler sebebiyle Allâh’a hamd ettiği bildirilmektedir Üstelik bu hâlin, sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olmadığı da bir hadîsi şerîfte şöyle beyân edilir:
“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler Hayırlı değilse; «Allâh’ım, bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete erdirmeden canlarını alma!» diye duâ ederler (Ahmed, III, 164; Taberânî, Kebîr, IV, 1293887)
Seyyid Tâha’lHakkârî Hazretleri’nin kayınpederi, Nehrî kadısı idi Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçenin kapı girişinde yapılmasını vasiyet etti ve;
“Seyyid Tâhâ Hazretleri’nin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allah Teâlâ beni de affeder Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim buyurdu4
Sâlih zâtların, vefatlarından sonra bile etraflarına rahmet vesîlesi olduğuna işâret sadedinde, hadîsi şerîflerde de şöyle buyrulur:
“Ashâbımdan biri bir bölgede vefât ederse kıyâmet günü oranın ahâlîsi için önder ve nûr olarak haşrolunur (Tirmizî, Menâkıb, 583865)
“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz (Deylemî, Müsned, I, 102)
Diğer taraftan, büyüklerin kabirlerini ziyarette, bâzı yanlış tavırlardan ve bid’atlardan da titizlikle uzak durmak gerekir Kabirlerin başında mum yakmak, çaput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zâttan medet ummak gibi
Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allah’tan istenmelidir Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne mercî, Fâili Mutlak olan Cenâbı Hak’tır O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez Bu yüzden, doğrudan doğruya ölüden istemek, şirke kapı aralar Gaflet ve cehâletleri sebebiyle böyle yapanları îkaz etmek, her mü’minin zarûrî bir vazifesidir Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur
Diğer taraftan bu husustaki aşırılıklara karşı çıkayım derken, İslâmî edebe riâyetle yapılan kabir ziyaretini “şirk sayacak kadar ileri gidenler de bu hatânın bir benzerini tersinden ortaya koymaktadırlar
İslâm, her meselede olduğu gibi kabir ziyâreti hususunda da îtidâli esas almaktadır Peygamber Efendimiz r ve ashâbının söz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kaçmadan nasıl davranmak gerektiğinin en güzel örneğidir
Cenâbı Hak cümlemizi, her gününü son günüymüş gibi büyük bir rikkat ve gayretle değerlendiren, ölmeden evvel ölmek sırrından hisse alabilen, dünyayı âhiret penceresinden seyreden, kabristanların sessizsözsüz, fakat dehşetli vaazlarına âşinâ olabilen, firâset ve basîret sahibi sâlih kullarından eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar: 1 Günümüzde “daktiloskopi denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır Bu ilim, parmak izlerinin ömür boyunca hiç değişmediğini ve hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır Bu hakîkat, 19 asrın sonlarında keşfedilmiştir Oysa Kur’ânı Kerîm, parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden dikkat çekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir Bu da Kur’ân’ın dâimâ önden gittiğinin, müsbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir 2 İcmâ: İslâm hukûkunda dört aslî delil vardır: Kur’ân, Sünnet, kıyâsı fukahâ ve icmâı ümmet İcmâı ümmet; bütün müslümanların, bilhassa da meseleye vâkıf olan İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir 3 Nevevî, Riyâzu’sSâlihîn, Beyrut, ts s 293 4 Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi