iltasyazilim
FD Üye
Kâinatta; zerreden kürreye, habbeden kubbeye, mikrove makroâlem*den istikbâldeki normoâleme kadar, bütün hâdiselere zaman, mekân, şe*kil ve sebep tâyin oluna*rak en ince teferruatı ile tesbît edilen kader ve vakti gelince icrâ olunan kazâ prog*ramı, ilâhî ihtişâma lâyık bir azametle hükmünü sürdürmek*tedir
Allâh Teâlâ, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yürütür Hayat yolla*rında*ki hâdiselerin izleri, hakîkatte kader çizgileridir Ay, güneş, yıldızlar, nebât*lar, in*sanlar, hayvanlar vs bütün varlıkların sey*ri, bu kader programı muhte*vâsın*da*dır Dalından düşen bir yaprak dahî bu prog*ramdan hâriç değildir Şâyet var*lık*lar kader programına tâbî olma*saydı, kâi*nâtta büyük bir anarşi meydana ge*lir*di
Her sanat eseri, sanatkârının kudret ve imkânına göre vücûd bulur Meselâ bir ressam tablosunu, bir hattat hat eserini, kendi irâde ve kâbiliyetine gö*re oluştu*rur Allâh celle celâlühû da, kâinâtın yaratılışından yok oluşuna kadar ora*da ser*gileyeceği kudret akışlarını, bir san'at hârikası olan insandaki sır ve hik*met*leri, diğer canlıların doğumundan ölümüne kadar sâhib olacağı husûsi*yetleri ilâhî irâ*desiyle ezelde takdîr ve tesbît eylemiştir
İşte kader, ilâhî irâdenin mahsûlü olan bu tanzim keyfiyetinin adıdır Bu hakîkati Cenâbı Hak âyeti kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:
Biz her şeyi bir ölçüye göre (kader ile) yarattık!(elKamer, 49)
Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın Şüphesiz bu, Allâh'a göre kolaydır(elHadîd, 22)
Kısaca Allâh Teâlâ'nın, henüz olmamış hâdiseleri evvelden bilip tertip*lemesi ve levhi mahfuzda tesbît etmesi kader; tesbit ettiği şekilde sırası gel*dikçe tahakkuk ettirmesi de kazâ*dır
Cenâbı Hakk'ın, meydana gelecek hâdiseleri daha gerçek*leşmeden ilimsıfatıyla bilmesi, ulûhiyyetinin muktezâsıdır Zaman ve mekândan münezzeh ol*ması cihetiyle Allâh'ın, bu bilgiye sahip olması pek tabiîdir Zîra bizim için kader ve kazânın kavranmasını güçleştiren şartlar, O'nun için mevzuba*his değildir
Kâinâtta her şe*yin ilâhî bir kalemin çizgisine göre meydana geldiğine inan*mak zarûrîdir Kader, îmanın altı şartından en mü*cerredi olmasına rağmen, aslında herkesin ittifakla kabullendiği bir gerçektir Bu hususta inançsız insanlar bile, dâi*mâ kendi güçlerinin üzerinde bir kudretin te'sîrini alın yazımdiyerek itirazsız kabul ederler Hatta inkarcıların şansım yâver gittiyahut tâlihim küstüşek*lindeki ifâdeleri, her insanın dolaylı da olsa, şuuraltında kader gerçeğini tasdik et*tiğini göster*mektedir
Ancak nasıl ki görmeyen bir insana renk târif edilemezse, dünyâ âlemin*den aldığı intibâlarla düşünen, zaman ve mekan kaydına tâbî bulunan beşerî idrâk*le de, kazâ ve kader gibi yüksek key*fiyetlerin sırrına lâyıkıyla erilemez Bu du*rum, insan*ların tahammül edemeyecekleri sırlara vâkıf olarak huzursuz*luğa düş*melerini engellemek gibi bir hikmete mebnîdir
Hakîkaten Cenâbı Hak, kaderi bütün mahlukâtı için meçhul kılmış, onun kazâ hâline gelmeden önce bilinmesini âdetâ imkansızlaştırmıştır Bu sahada an*cak Cenâbı Hakk'ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi o*labilir
Allâh'ın sonsuz merhameti îcabı, kaderin meçhul kılınması ve biline*me*mesi, insan müfekkiresinin önünde aşılmaz bir duvar gibi durmaktadır Ancak yine de O'nun lutfu sâyesinde bu engelin aşılıp duvarın ardının seyredildi*ği bâzı müstesna durumlar da vardır ki, bunlar*dan biri sâdık rüyâlardır Gerçek*ten sâlih kişilerin rü'yâlarında gördükleri geleceğe dâir haberlerin doğru*landığı çok görül*müş*tür Bunlar levhi mahfûzdan onların kalblerine ak*seden pırıltı*lardır
İnsanoğlunun müsbet veya menfîye, hayır veya şerre yönelik işleri yapıp yapmamaya dâir tercih kullanma salâhiyetine cüz'î irâdedenir Küllî irâdeise, yalnız Hak Teâlâ'ya mahsustur Bu sebeple kul için mutlak hürriyet imkânsız*dır Doğmak, ölmek, ömür süresi, cinsiyet, milliyet, kâbiliyet gibi insanın müdâ*hale edemediği hususlar, kaderi mutlak muhtevâsına dahildir İnsanoğlu, zarûre*ten tâbî olduğu bu fiillerden mes'ûl değildir
Cenâbı Hak, kuluna verdiği imkânlar nisbetinde onu mes'ûl kılar Bundan dola*yı insanın irâdesi dışında meydana gelen fiillerde, ne mükâfât ne de mücâzât var*dır Nitekim oruçlu bir kimsenin irâdesi dışında, unutarak yeyip iç*mesi orucu bozmaz ve bu sebeple herhangi bir cezâ tahakkuk etmez
Allâh Teâlâ, imtihana tâbî ve mes'ûl bir varlık olması se*bebiyle insan nef*sine, fısk ve takvâ esaslarını koymuş; irâdesini her iki tarafa da serbestçe kullana*bilmesi husûsunda, kendisine tercih hakkı tanımıştır Cenâbı Hak, âyeti kerîme*de; Allâh her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar(elBakara, 286) buyurduğu vechile, insanoğluna tâkatinden fazlasını yüklememiştir Lâkin her insanı tâkati kadarından da mes'ûl kılmıştır Tâkati olduğu hâlde îcâbını yeri*ne getirmeyip suçu kadere yüklemek, kişinin gaflet ve cehâletinin eseridir
Cenâbı Hakk'ın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayır*dadır Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıf geçmesidir Talebe çalış*maz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, gelişen menfî neti*ceden kendisi mes'ul olur Doktora herhangi bir cürüm isnad edilemez
Bir kimsenin kötü bir yola düşüp de: ?Ne yapayım, kaderim böyle imiş!demesi, ancak gafletinin muktezâsıdır Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenabı Hak, kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur Dolayısıyla insanın kadere bühtân ederek ken*disini mâzur göstermek istemesi, hak ve hakîkate karşı işlenen bir haksızlıktır
Âyeti kerîmelerde Cenâbı Hak şöyle buyurur:
Şüphe yok ki Allâh zerre kadar haksızlık etmez(enNisâ, 40)
Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir (Bununla beraber) Allâh birçoğunu da afveder(eşŞûrâ, 30)
Hazreti Mevlânâ kuddise sirruh da, âdetâ bu âyetlerin tefsîri sadedinde, irâdei cüz'iyye*leri nispetinde insanların mes'ûl olduklarını ve suçu kadere yıkma*mak gerektiğini Mesnevî'*sinde şöyle ifâde eder:
Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şayet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!
Gözün görme, kulağın da işitme tâkati belli bir mesâfeye kadardır O me*sâfeden uzak olanı görmek ve işitmek imkânsızdır Bunun gibi kazâ ve ka*derin de lâyıkıyla idrâki, beşerî tâkatin üzerindedir Çünkü bizler hâdiseleri se*bep* ve ba*hâ*nelerle bilip çözmeye çalışırız Onun ardındaki hikmeti ekseri*yetle id*rak ede*me*yiz Nitekim kazâ ve kaderin sırrını soran birine Haz*reti Alî radıyallâ*hu anh:
O mevzu, derin bir deryâdır!buyurmuştur
Zekâsına güvenip o denizde yüzmeye çalışanların pek çoğu, ya kulun hiç*bir irâdesi olmadığını savunan cebrîler, ya da her hususta mutlak bir irâde sâhi*bi olduğunu iddiâ eden kadercilergibi, bâtıl girdaplarda döner dururlar Niha*yet o dipsiz ve sahilsiz denizde boğulurlar Akıl ve idrâkin tükendiği böyle bir noktada, teslîmiyetle gönül âleminde bir miktar mesâfe daha kat etmek müm*künse de, bu işin sırrını mutlak mânâda çözebilmek mümkün değildir Bunu kav*rayıp haddini bilmek ve ötesini zorlamamak, kâmil bir kulluğun îcabındandır
Hazreti Mevlânâ, kader sırrının akılla îzâh ve idrâkinin imkânsızlığını ve bu gizliliğin aslında büyük bir nîmet olduğunu şu kıssasıyla ne güzel ifâde eder:
Bir adam Mûsâ aleyhisselam'a gelerek: «?Ey Kelîmullâh! Bana hay*vanların dillerini öğret! Onların sözlerini anlayayım da hâllerinden ibret alayım; azameti ilâhiyyeyi idrâk edeyim!» dedi
Hazreti Mûsâ ona dedi ki:
«?Sen bu hevesten vazgeç; gücünün üzerindekileri öğrenmeye kalkma! Bir karınca, gölden, hacminin üzerinde su içmeye kalkarsa, boğulup helâk olur Yani sana takdîr edilen bilginin ötesini zorlama! Zîrâ bunun birçok tehlikeleri vardır! Sen kâinattaki ilâhî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini Allâh'a yönelt! Bil ki ilâhî tecellîlerin sırları selim bir kalbe âşikâr olur!»
Bunun üzerine adam:
«?Hiç olmazsa kapı önünde yatıp duran ev bekçiliği yapan köpek ile kü*mes hayvanlarının dillerini öğret!» dedi
Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeçiremeyeceğini anlayan Mûsâ aley*hisselâm, onun son talebini kabul etti Ancak:
«?Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu
Adam sabahleyin: «Bakalım sâhiden şu hayvanların dillerini öğrendim mi?» diye denemek için kapı eşiğinde durup bekledi
O sırada hizmetçi kadın, sofra örtüsünü silkelerken bir parça bayat ekmek yere düştü
Orada bulunun horoz, bu ekmek parçasını hemen kaptı Köpek ona:
«?Sen bize zulmettin! Çünkü sen buğday tanesi de yiyebilirsin Halbuki ben yiyemem! Niçin benim nasibim olan şu parça ekmeği kapıyorsun?» dedi
Horoz ise köpeğe:
«?Dert etme! Yarın ev sahibinin atı ölecek, sen de doya doya et yersin!» dedi
Horozun, gâibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sözleri duyunca, hemen atını sattı Horoz da, köpeğe karşı mahcub oldu
Horozla köpeğin bu menfaat çatışması ardarda üç gün devâm etti Birinci gün at, ikinci gün katır ve üçüncü gün kölesinin öleceğini horozun konuşmasından öğrenen efendi, ölmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kölesini de uyanıklık yaptığını düşünerek satıp elinden çıkardı Böylece köpek, hiçbirinden umduğu menfaate kavuşamadı Horoz her seferinde köpeği kandırmış oldu Olanlar yüzün*den üç defâ mahcup hâle düşen horoz, nihâyet dördüncü gün köpeğe dedi ki:
«Gerçek şu ki, o açıkgöz efendi güya malını kaçırdı Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi Artık yarın kendisi ölecek! Mirasçıları da feryad ü figân edecekler Bir öküz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!
Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu ham adamın başına gelecek kötü kaza*nın siper ve kalkanı idi Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak der*dinden kaçtı da kendi kanına girdi»
Ahmak adam, horozun bu laflarına kulak kabarttı Duyduğu hakikat kar*şısında beti benzi sarardı İçine müthiş bir kor düştü Soluğu Hazreti Mûsâ'nın yanında aldı ve ona:
«?Ey Kelîmullâh! Feryadıma yetiş ve ızdırabımı dindir!» diye yalvarmaya baş*ladı
Mûsâ aleyhisselâm dedi ki:
«?Sen boyunu aşan işlere girdin Şimdi de çıkmazlarda dolaşıyorsun Sen o hayvanları satmakla kazançlı çıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazânın sırrını zorlamamanı ısrarla söylemiştim Akıllı ki*şiye, sonda görülecek şey önce*den görünür; ahmağa da sonunda! Lakin iş iş*ten geçmiş olur Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»
Adamın büyük bir pişmanlıkla yalvarması üzerine Hazreti Mûsâ:
«?Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye dönmesine imkan yoktur Ancak lutuf sahibi Hak'tan dilerim ki, ölürken îmanlı gidesin!» dedi
Mûsâ aleyhisselam, Cenabı Hakk'a ilticâ etti Böylece adamın canı mukabilinde îmanla göçmesi, Kelîmullâh'ın duâsı bereketiyle müyesser oldu Ay*rıca Allâh Teâlâ, Hazreti Mûsâ'ya:
«?Yâ Mûsâ! Dilersen onu dirilteyim» buyurunca Hazreti Mûsâ:
«Yâ Rab! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Sen onu öbür dünyada, o aydınlık ve yüce âlemde dirilt! Çünkü orası ebedîdir, kazâ ve kade*rin esrarının ortaya çıktığı bir yerdir!» dedi(Mesnevî)
Hikâyeden de anlaşıldığı gibi insan, bazen kendisi için hayırlı olma*yan şeyleri de hırsla ister durur Halbuki arzuladığı şey, belki de kendisini helâke gö*türecektir Nitekim böyle bir âkıbete düşen insan, onu gafleten şid*detle istemiş bu*lunmasına rağmen pişman olmaktan kendini alamayıp feryâd ü figan eyler Bunun içindir ki, dün*yâda gönül huzuru ve âhirette ebedî saâdet için en uygun olan, bu ilâhî azameti idrak edip tevekkül ve teslî*miyyet gösterebilmektir Lakin bu da her*ke*sin harcı değildir Kulun kendi hiçliğini kavra*yabilmesi, sonsuzluk sermâyesi*dir Yani kazâ ve kader karşısında yegâne çâre Hakk'a teslîm olmaktır Çünkü te*vekkül ve teslîmi*yet, kaderi safâ hâline ge*tiren bir rahmet kapısıdır
Nitekim Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem:
Kadere îmân eden, her türlü kederden emîn olurbuyurmuşlardır
Ancak rızâ, teslîmiyet ve tevekkülü, hiçbir tedbîre başvurmamak, gelebile*cek belâları önlemek için herhangi bir gayret göstermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır Tevekkül, hayrın celbi, şerrin defi için her türlü tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Ce*nâbı Hakk'a teslîm olup O'na sığınmaktır Yoksa sebeplere tevessül etmeden ku*ru bir tevekkül makbûl ol*madığı gibi, bu durum gerçek tevekkülün rûhuna da zıd bir keyfi*yettir
Nitekim Hazreti Ömer radıyallâhu anh bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam'da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam'a gitmekten vaz geçmiştir Aslında Cenâbı Hakk'ın ve Hazreti Peygamberin emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbîr karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah radıyallâhu anh, Hazreti Ömer radıyallâhu anh'a:
Allâh'ın kaderinden mi kaçıyorsun?diye sormuş, Hazreti Ömer radı*yallâhu anh ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh'ın ka*derinden, yine Allâh'ın kaderine kaçıyoruz Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh'ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Al*lâh'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?(Buhârî, Tıb, 30) sözleriyle mukâbele etmiştir
Görüldüğü üzere kaderin dışına çıkılamaz Bu yüzden kula dü*şen, tedbîr ve gayretten ibârettir Sonra da Allâh'ın takdîr ettiği netîceye râzı ol*maktır
Hikmet penceresinden bakanlar için kaderdeki gizli*lik ve kulun onu lâyıkıyla idrâk edememe keyfi*yeti, bir kahır sebebi değil, bilakis son derece büyük bir lutuf vesîlesidir Çünkü beşerin kaderi bilmesi hâlinde, içinden çıkılmaz birçok tehlike ve felâketlere düşeceği, inkâr edilemeyecek bir hakîkattir
Meselâ şifâsı olmayan bir hastalığa dûçâr olup can verecek bir şahsın, öle*ceği âna kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu meç*hûliyyeti sâyesindedir Fakat herhangi bir kimse öleceği zamanı bilseydi, ölümün kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hâle gelir, defâlarca ölür ölür diri*lirdi Yavrusunun kendinden evvel öleceğini bilen bir anne de, seneler önce*sinden o hâlin mâtemine girerdi Netîcede bu durum, hayattaki âhengin îcâbıyla tezad teşkîl eder ve muvâzene kaybolurdu
Son zamanlarda artan stres, bunalım ve intiharlar, cüz'î irâdenin zaafa uğ*ramasının tabiî bir netîcesidir Ayrıca mâneviyat mahrumluğunun getirdiği hazîn bir âkı*bettir Çünkü mânevî eğitimden uzak bir kalbin, nefsânî arzu ve ihtiraslara esîr olması pek tabiîdir İnsanı gaybayönlendiren kadere îmân ise, hayatın sürp*rizlerini sükûnet ile karşılayan bir teslîmiyet ve huzur hâlinin yaşanmasıdır
Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tez*yîn etmek ve bu sâyede hayâtın sürprizlerine karşı rızâ göster*mektir Yine gerçek saâdet, hayatın med ve cezirlerini kabullenmek, meşakkatlerine tahammül göster*mek, her şeyin güzel tarafını görüp, âlemlerin Rabbine teslîm olmaktır
Cenâbı Hak, bâzen bir lutfu zâhiren kahır sûretinde, bir kahrı da lutuf sû*retinde tecellî ettirebilir Bütün bu keyfi*yetlerin insana meçhûl kı*lınması, bu dün*yanın bir imtihan mekânı olmasından kaynaklanmaktadır
Allâh Teâlâ buyurur:
Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır; sevip beğendi*ğiniz bir şey de sizin için şer olur Allâh bilir, siz bilmezsiniz(elBakara, 216)
Hakîkaten, dünya hayatı bakımından meselâ âmâ olmak, büyük bir ka*yıp gibi görünür Hiçbir nîmetin, gören bir gözün yerini tutmayacağı düşü*nülür Fakat dünyaya âmâ gelen bir kimse, bu özrünün mânî olmasıyla günah ba*taklıklarına düşmekten sâlim kalabilirse, zâhiren bir keder vesîlesi gibi görünen bu hâl, hakî*katte sürûra inkılâb edecektir Fakirlik ve zenginlik de böyledir Bir fakir, hâlin*den şikâyet etmeyip, Allâh'ın takdî*rine rızâ gösterirse, bu onun için belki ebediy*yet zenginliğine vesîle olacaktır Halbuki o fakir, bu dünyada zengin olsa, ihtimal ki sâhip ol*duğu imkânlar benliğini tahrîk edip nefsinde bir kudret vehmi doğura*cak ve yine belki gaflet içinde sefahat ve rehâvete dalarak ebedî seâdeti hebâ ede*cektir Tabî ki bunun zıddı da mümkündür Velhâsıl mü'min, içinde bulunduğu her hâli güzel görüp ilâhî takdir ve tanzîme râzı olarak, onu ebediyyet kazancına bir fırsat bilme*li; sabır, şükür ve teslîmiyet üzere yaşamaya gayret etmelidir
Bir hadîsi şerîfte buyurulur:
Mü'minin durumu gerçekten gıbta ve hayranlığa değer Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir Böylesi bir haslet sâdece mü'minde vardır: Sevi*necek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur Başına bir belâ gelecek olsa, sabre*der; bu da onun için hayır olur(Müslim, Zühd, 64)
Bu sebeple Allâh Rasûlü sal*lallâhu aleyhi ve sellem, kadere îman etmek*le iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münakaşalardan menetmiş*tir Öyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderil*dim? Sizden öncekiler bu mes'elede münâzara ettiklerinden dolayı helâk oldular Sakın bu mes'eleyi münâkaşa etmeyiniz!buyurmuşlardır
Şâir Ziyâ Paşa da, beşer tâkatinin üstündeki hakîkatlere dâir şöyle der:
İdraki meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!
Ey Rabbimiz! Bizleri gerçek mânâda tevekkül ehli kullarından eyleyip rızâna muvâfık ameller işlemeyi nasîb buyur Kazâ ve kadere rızânın sa*fâsı*na nâiliyyeti müyesser eyle!
Amîn!
Allâh Teâlâ, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yürütür Hayat yolla*rında*ki hâdiselerin izleri, hakîkatte kader çizgileridir Ay, güneş, yıldızlar, nebât*lar, in*sanlar, hayvanlar vs bütün varlıkların sey*ri, bu kader programı muhte*vâsın*da*dır Dalından düşen bir yaprak dahî bu prog*ramdan hâriç değildir Şâyet var*lık*lar kader programına tâbî olma*saydı, kâi*nâtta büyük bir anarşi meydana ge*lir*di
Her sanat eseri, sanatkârının kudret ve imkânına göre vücûd bulur Meselâ bir ressam tablosunu, bir hattat hat eserini, kendi irâde ve kâbiliyetine gö*re oluştu*rur Allâh celle celâlühû da, kâinâtın yaratılışından yok oluşuna kadar ora*da ser*gileyeceği kudret akışlarını, bir san'at hârikası olan insandaki sır ve hik*met*leri, diğer canlıların doğumundan ölümüne kadar sâhib olacağı husûsi*yetleri ilâhî irâ*desiyle ezelde takdîr ve tesbît eylemiştir
İşte kader, ilâhî irâdenin mahsûlü olan bu tanzim keyfiyetinin adıdır Bu hakîkati Cenâbı Hak âyeti kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:
Biz her şeyi bir ölçüye göre (kader ile) yarattık!(elKamer, 49)
Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın Şüphesiz bu, Allâh'a göre kolaydır(elHadîd, 22)
Kısaca Allâh Teâlâ'nın, henüz olmamış hâdiseleri evvelden bilip tertip*lemesi ve levhi mahfuzda tesbît etmesi kader; tesbit ettiği şekilde sırası gel*dikçe tahakkuk ettirmesi de kazâ*dır
Cenâbı Hakk'ın, meydana gelecek hâdiseleri daha gerçek*leşmeden ilimsıfatıyla bilmesi, ulûhiyyetinin muktezâsıdır Zaman ve mekândan münezzeh ol*ması cihetiyle Allâh'ın, bu bilgiye sahip olması pek tabiîdir Zîra bizim için kader ve kazânın kavranmasını güçleştiren şartlar, O'nun için mevzuba*his değildir
Kâinâtta her şe*yin ilâhî bir kalemin çizgisine göre meydana geldiğine inan*mak zarûrîdir Kader, îmanın altı şartından en mü*cerredi olmasına rağmen, aslında herkesin ittifakla kabullendiği bir gerçektir Bu hususta inançsız insanlar bile, dâi*mâ kendi güçlerinin üzerinde bir kudretin te'sîrini alın yazımdiyerek itirazsız kabul ederler Hatta inkarcıların şansım yâver gittiyahut tâlihim küstüşek*lindeki ifâdeleri, her insanın dolaylı da olsa, şuuraltında kader gerçeğini tasdik et*tiğini göster*mektedir
Ancak nasıl ki görmeyen bir insana renk târif edilemezse, dünyâ âlemin*den aldığı intibâlarla düşünen, zaman ve mekan kaydına tâbî bulunan beşerî idrâk*le de, kazâ ve kader gibi yüksek key*fiyetlerin sırrına lâyıkıyla erilemez Bu du*rum, insan*ların tahammül edemeyecekleri sırlara vâkıf olarak huzursuz*luğa düş*melerini engellemek gibi bir hikmete mebnîdir
Hakîkaten Cenâbı Hak, kaderi bütün mahlukâtı için meçhul kılmış, onun kazâ hâline gelmeden önce bilinmesini âdetâ imkansızlaştırmıştır Bu sahada an*cak Cenâbı Hakk'ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi o*labilir
Allâh'ın sonsuz merhameti îcabı, kaderin meçhul kılınması ve biline*me*mesi, insan müfekkiresinin önünde aşılmaz bir duvar gibi durmaktadır Ancak yine de O'nun lutfu sâyesinde bu engelin aşılıp duvarın ardının seyredildi*ği bâzı müstesna durumlar da vardır ki, bunlar*dan biri sâdık rüyâlardır Gerçek*ten sâlih kişilerin rü'yâlarında gördükleri geleceğe dâir haberlerin doğru*landığı çok görül*müş*tür Bunlar levhi mahfûzdan onların kalblerine ak*seden pırıltı*lardır
İnsanoğlunun müsbet veya menfîye, hayır veya şerre yönelik işleri yapıp yapmamaya dâir tercih kullanma salâhiyetine cüz'î irâdedenir Küllî irâdeise, yalnız Hak Teâlâ'ya mahsustur Bu sebeple kul için mutlak hürriyet imkânsız*dır Doğmak, ölmek, ömür süresi, cinsiyet, milliyet, kâbiliyet gibi insanın müdâ*hale edemediği hususlar, kaderi mutlak muhtevâsına dahildir İnsanoğlu, zarûre*ten tâbî olduğu bu fiillerden mes'ûl değildir
Cenâbı Hak, kuluna verdiği imkânlar nisbetinde onu mes'ûl kılar Bundan dola*yı insanın irâdesi dışında meydana gelen fiillerde, ne mükâfât ne de mücâzât var*dır Nitekim oruçlu bir kimsenin irâdesi dışında, unutarak yeyip iç*mesi orucu bozmaz ve bu sebeple herhangi bir cezâ tahakkuk etmez
Allâh Teâlâ, imtihana tâbî ve mes'ûl bir varlık olması se*bebiyle insan nef*sine, fısk ve takvâ esaslarını koymuş; irâdesini her iki tarafa da serbestçe kullana*bilmesi husûsunda, kendisine tercih hakkı tanımıştır Cenâbı Hak, âyeti kerîme*de; Allâh her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar(elBakara, 286) buyurduğu vechile, insanoğluna tâkatinden fazlasını yüklememiştir Lâkin her insanı tâkati kadarından da mes'ûl kılmıştır Tâkati olduğu hâlde îcâbını yeri*ne getirmeyip suçu kadere yüklemek, kişinin gaflet ve cehâletinin eseridir
Cenâbı Hakk'ın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayır*dadır Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıf geçmesidir Talebe çalış*maz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, gelişen menfî neti*ceden kendisi mes'ul olur Doktora herhangi bir cürüm isnad edilemez
Bir kimsenin kötü bir yola düşüp de: ?Ne yapayım, kaderim böyle imiş!demesi, ancak gafletinin muktezâsıdır Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenabı Hak, kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur Dolayısıyla insanın kadere bühtân ederek ken*disini mâzur göstermek istemesi, hak ve hakîkate karşı işlenen bir haksızlıktır
Âyeti kerîmelerde Cenâbı Hak şöyle buyurur:
Şüphe yok ki Allâh zerre kadar haksızlık etmez(enNisâ, 40)
Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir (Bununla beraber) Allâh birçoğunu da afveder(eşŞûrâ, 30)
Hazreti Mevlânâ kuddise sirruh da, âdetâ bu âyetlerin tefsîri sadedinde, irâdei cüz'iyye*leri nispetinde insanların mes'ûl olduklarını ve suçu kadere yıkma*mak gerektiğini Mesnevî'*sinde şöyle ifâde eder:
Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şayet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!
Gözün görme, kulağın da işitme tâkati belli bir mesâfeye kadardır O me*sâfeden uzak olanı görmek ve işitmek imkânsızdır Bunun gibi kazâ ve ka*derin de lâyıkıyla idrâki, beşerî tâkatin üzerindedir Çünkü bizler hâdiseleri se*bep* ve ba*hâ*nelerle bilip çözmeye çalışırız Onun ardındaki hikmeti ekseri*yetle id*rak ede*me*yiz Nitekim kazâ ve kaderin sırrını soran birine Haz*reti Alî radıyallâ*hu anh:
O mevzu, derin bir deryâdır!buyurmuştur
Zekâsına güvenip o denizde yüzmeye çalışanların pek çoğu, ya kulun hiç*bir irâdesi olmadığını savunan cebrîler, ya da her hususta mutlak bir irâde sâhi*bi olduğunu iddiâ eden kadercilergibi, bâtıl girdaplarda döner dururlar Niha*yet o dipsiz ve sahilsiz denizde boğulurlar Akıl ve idrâkin tükendiği böyle bir noktada, teslîmiyetle gönül âleminde bir miktar mesâfe daha kat etmek müm*künse de, bu işin sırrını mutlak mânâda çözebilmek mümkün değildir Bunu kav*rayıp haddini bilmek ve ötesini zorlamamak, kâmil bir kulluğun îcabındandır
Hazreti Mevlânâ, kader sırrının akılla îzâh ve idrâkinin imkânsızlığını ve bu gizliliğin aslında büyük bir nîmet olduğunu şu kıssasıyla ne güzel ifâde eder:
Bir adam Mûsâ aleyhisselam'a gelerek: «?Ey Kelîmullâh! Bana hay*vanların dillerini öğret! Onların sözlerini anlayayım da hâllerinden ibret alayım; azameti ilâhiyyeyi idrâk edeyim!» dedi
Hazreti Mûsâ ona dedi ki:
«?Sen bu hevesten vazgeç; gücünün üzerindekileri öğrenmeye kalkma! Bir karınca, gölden, hacminin üzerinde su içmeye kalkarsa, boğulup helâk olur Yani sana takdîr edilen bilginin ötesini zorlama! Zîrâ bunun birçok tehlikeleri vardır! Sen kâinattaki ilâhî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini Allâh'a yönelt! Bil ki ilâhî tecellîlerin sırları selim bir kalbe âşikâr olur!»
Bunun üzerine adam:
«?Hiç olmazsa kapı önünde yatıp duran ev bekçiliği yapan köpek ile kü*mes hayvanlarının dillerini öğret!» dedi
Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeçiremeyeceğini anlayan Mûsâ aley*hisselâm, onun son talebini kabul etti Ancak:
«?Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu
Adam sabahleyin: «Bakalım sâhiden şu hayvanların dillerini öğrendim mi?» diye denemek için kapı eşiğinde durup bekledi
O sırada hizmetçi kadın, sofra örtüsünü silkelerken bir parça bayat ekmek yere düştü
Orada bulunun horoz, bu ekmek parçasını hemen kaptı Köpek ona:
«?Sen bize zulmettin! Çünkü sen buğday tanesi de yiyebilirsin Halbuki ben yiyemem! Niçin benim nasibim olan şu parça ekmeği kapıyorsun?» dedi
Horoz ise köpeğe:
«?Dert etme! Yarın ev sahibinin atı ölecek, sen de doya doya et yersin!» dedi
Horozun, gâibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sözleri duyunca, hemen atını sattı Horoz da, köpeğe karşı mahcub oldu
Horozla köpeğin bu menfaat çatışması ardarda üç gün devâm etti Birinci gün at, ikinci gün katır ve üçüncü gün kölesinin öleceğini horozun konuşmasından öğrenen efendi, ölmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kölesini de uyanıklık yaptığını düşünerek satıp elinden çıkardı Böylece köpek, hiçbirinden umduğu menfaate kavuşamadı Horoz her seferinde köpeği kandırmış oldu Olanlar yüzün*den üç defâ mahcup hâle düşen horoz, nihâyet dördüncü gün köpeğe dedi ki:
«Gerçek şu ki, o açıkgöz efendi güya malını kaçırdı Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi Artık yarın kendisi ölecek! Mirasçıları da feryad ü figân edecekler Bir öküz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!
Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu ham adamın başına gelecek kötü kaza*nın siper ve kalkanı idi Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak der*dinden kaçtı da kendi kanına girdi»
Ahmak adam, horozun bu laflarına kulak kabarttı Duyduğu hakikat kar*şısında beti benzi sarardı İçine müthiş bir kor düştü Soluğu Hazreti Mûsâ'nın yanında aldı ve ona:
«?Ey Kelîmullâh! Feryadıma yetiş ve ızdırabımı dindir!» diye yalvarmaya baş*ladı
Mûsâ aleyhisselâm dedi ki:
«?Sen boyunu aşan işlere girdin Şimdi de çıkmazlarda dolaşıyorsun Sen o hayvanları satmakla kazançlı çıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazânın sırrını zorlamamanı ısrarla söylemiştim Akıllı ki*şiye, sonda görülecek şey önce*den görünür; ahmağa da sonunda! Lakin iş iş*ten geçmiş olur Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»
Adamın büyük bir pişmanlıkla yalvarması üzerine Hazreti Mûsâ:
«?Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye dönmesine imkan yoktur Ancak lutuf sahibi Hak'tan dilerim ki, ölürken îmanlı gidesin!» dedi
Mûsâ aleyhisselam, Cenabı Hakk'a ilticâ etti Böylece adamın canı mukabilinde îmanla göçmesi, Kelîmullâh'ın duâsı bereketiyle müyesser oldu Ay*rıca Allâh Teâlâ, Hazreti Mûsâ'ya:
«?Yâ Mûsâ! Dilersen onu dirilteyim» buyurunca Hazreti Mûsâ:
«Yâ Rab! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Sen onu öbür dünyada, o aydınlık ve yüce âlemde dirilt! Çünkü orası ebedîdir, kazâ ve kade*rin esrarının ortaya çıktığı bir yerdir!» dedi(Mesnevî)
Hikâyeden de anlaşıldığı gibi insan, bazen kendisi için hayırlı olma*yan şeyleri de hırsla ister durur Halbuki arzuladığı şey, belki de kendisini helâke gö*türecektir Nitekim böyle bir âkıbete düşen insan, onu gafleten şid*detle istemiş bu*lunmasına rağmen pişman olmaktan kendini alamayıp feryâd ü figan eyler Bunun içindir ki, dün*yâda gönül huzuru ve âhirette ebedî saâdet için en uygun olan, bu ilâhî azameti idrak edip tevekkül ve teslî*miyyet gösterebilmektir Lakin bu da her*ke*sin harcı değildir Kulun kendi hiçliğini kavra*yabilmesi, sonsuzluk sermâyesi*dir Yani kazâ ve kader karşısında yegâne çâre Hakk'a teslîm olmaktır Çünkü te*vekkül ve teslîmi*yet, kaderi safâ hâline ge*tiren bir rahmet kapısıdır
Nitekim Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem:
Kadere îmân eden, her türlü kederden emîn olurbuyurmuşlardır
Ancak rızâ, teslîmiyet ve tevekkülü, hiçbir tedbîre başvurmamak, gelebile*cek belâları önlemek için herhangi bir gayret göstermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır Tevekkül, hayrın celbi, şerrin defi için her türlü tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Ce*nâbı Hakk'a teslîm olup O'na sığınmaktır Yoksa sebeplere tevessül etmeden ku*ru bir tevekkül makbûl ol*madığı gibi, bu durum gerçek tevekkülün rûhuna da zıd bir keyfi*yettir
Nitekim Hazreti Ömer radıyallâhu anh bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam'da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam'a gitmekten vaz geçmiştir Aslında Cenâbı Hakk'ın ve Hazreti Peygamberin emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbîr karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah radıyallâhu anh, Hazreti Ömer radıyallâhu anh'a:
Allâh'ın kaderinden mi kaçıyorsun?diye sormuş, Hazreti Ömer radı*yallâhu anh ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh'ın ka*derinden, yine Allâh'ın kaderine kaçıyoruz Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh'ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Al*lâh'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?(Buhârî, Tıb, 30) sözleriyle mukâbele etmiştir
Görüldüğü üzere kaderin dışına çıkılamaz Bu yüzden kula dü*şen, tedbîr ve gayretten ibârettir Sonra da Allâh'ın takdîr ettiği netîceye râzı ol*maktır
Hikmet penceresinden bakanlar için kaderdeki gizli*lik ve kulun onu lâyıkıyla idrâk edememe keyfi*yeti, bir kahır sebebi değil, bilakis son derece büyük bir lutuf vesîlesidir Çünkü beşerin kaderi bilmesi hâlinde, içinden çıkılmaz birçok tehlike ve felâketlere düşeceği, inkâr edilemeyecek bir hakîkattir
Meselâ şifâsı olmayan bir hastalığa dûçâr olup can verecek bir şahsın, öle*ceği âna kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu meç*hûliyyeti sâyesindedir Fakat herhangi bir kimse öleceği zamanı bilseydi, ölümün kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hâle gelir, defâlarca ölür ölür diri*lirdi Yavrusunun kendinden evvel öleceğini bilen bir anne de, seneler önce*sinden o hâlin mâtemine girerdi Netîcede bu durum, hayattaki âhengin îcâbıyla tezad teşkîl eder ve muvâzene kaybolurdu
Son zamanlarda artan stres, bunalım ve intiharlar, cüz'î irâdenin zaafa uğ*ramasının tabiî bir netîcesidir Ayrıca mâneviyat mahrumluğunun getirdiği hazîn bir âkı*bettir Çünkü mânevî eğitimden uzak bir kalbin, nefsânî arzu ve ihtiraslara esîr olması pek tabiîdir İnsanı gaybayönlendiren kadere îmân ise, hayatın sürp*rizlerini sükûnet ile karşılayan bir teslîmiyet ve huzur hâlinin yaşanmasıdır
Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tez*yîn etmek ve bu sâyede hayâtın sürprizlerine karşı rızâ göster*mektir Yine gerçek saâdet, hayatın med ve cezirlerini kabullenmek, meşakkatlerine tahammül göster*mek, her şeyin güzel tarafını görüp, âlemlerin Rabbine teslîm olmaktır
Cenâbı Hak, bâzen bir lutfu zâhiren kahır sûretinde, bir kahrı da lutuf sû*retinde tecellî ettirebilir Bütün bu keyfi*yetlerin insana meçhûl kı*lınması, bu dün*yanın bir imtihan mekânı olmasından kaynaklanmaktadır
Allâh Teâlâ buyurur:
Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır; sevip beğendi*ğiniz bir şey de sizin için şer olur Allâh bilir, siz bilmezsiniz(elBakara, 216)
Hakîkaten, dünya hayatı bakımından meselâ âmâ olmak, büyük bir ka*yıp gibi görünür Hiçbir nîmetin, gören bir gözün yerini tutmayacağı düşü*nülür Fakat dünyaya âmâ gelen bir kimse, bu özrünün mânî olmasıyla günah ba*taklıklarına düşmekten sâlim kalabilirse, zâhiren bir keder vesîlesi gibi görünen bu hâl, hakî*katte sürûra inkılâb edecektir Fakirlik ve zenginlik de böyledir Bir fakir, hâlin*den şikâyet etmeyip, Allâh'ın takdî*rine rızâ gösterirse, bu onun için belki ebediy*yet zenginliğine vesîle olacaktır Halbuki o fakir, bu dünyada zengin olsa, ihtimal ki sâhip ol*duğu imkânlar benliğini tahrîk edip nefsinde bir kudret vehmi doğura*cak ve yine belki gaflet içinde sefahat ve rehâvete dalarak ebedî seâdeti hebâ ede*cektir Tabî ki bunun zıddı da mümkündür Velhâsıl mü'min, içinde bulunduğu her hâli güzel görüp ilâhî takdir ve tanzîme râzı olarak, onu ebediyyet kazancına bir fırsat bilme*li; sabır, şükür ve teslîmiyet üzere yaşamaya gayret etmelidir
Bir hadîsi şerîfte buyurulur:
Mü'minin durumu gerçekten gıbta ve hayranlığa değer Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir Böylesi bir haslet sâdece mü'minde vardır: Sevi*necek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur Başına bir belâ gelecek olsa, sabre*der; bu da onun için hayır olur(Müslim, Zühd, 64)
Bu sebeple Allâh Rasûlü sal*lallâhu aleyhi ve sellem, kadere îman etmek*le iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münakaşalardan menetmiş*tir Öyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderil*dim? Sizden öncekiler bu mes'elede münâzara ettiklerinden dolayı helâk oldular Sakın bu mes'eleyi münâkaşa etmeyiniz!buyurmuşlardır
Şâir Ziyâ Paşa da, beşer tâkatinin üstündeki hakîkatlere dâir şöyle der:
İdraki meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez!
Ey Rabbimiz! Bizleri gerçek mânâda tevekkül ehli kullarından eyleyip rızâna muvâfık ameller işlemeyi nasîb buyur Kazâ ve kadere rızânın sa*fâsı*na nâiliyyeti müyesser eyle!
Amîn!