Kutuk
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Goreceksin…
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı “Yerin kulağı var derdi Ağzından cıkan bir sır mutlaka işitilecekti Kahya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden butun askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı Kumandanın yardım, cephane, top beklediği soyleniyordu İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz? diye
cadırlarında dedikodu yapıyorlardı Buraya gelindiği gunden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların icine dalıyor, saatlerce kalıyor, gulerek donuyor
“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa… diye gozlerini gokten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu
İşte kahyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı O vakit şuphesiz Tofeli, Pallavicini’yi diri diri esir tutabilecekti
Koyu karanlık icinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nobetcilerin attıkları acı naralar, acı kopek ulumaları işitiliyordu Gokte hic yıldız yoktu Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu icti Yeniden doldurulan cubuğunu cekiyor, kahyasıyla oteden beriden konuşuyordu Konuşurken duşunduğu hep kendi planıydı Yine goğe dalmıştı Birdenbire sordu:
“Hava kapanıyor gibi, değil mi?
“Evet
“Bakalım yarın…
“Hucum mu edeceğiz beyim?
“Hayır canım, hava bozsun, gorursun
Kahya, yine bir şey anlamadı…
Bir sabah…
Binlerce bacadan henuz tutmuş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı Ordugah, sancaklar, tuğlar, cadırlar, dişbudak ağacları, atlar, hic, hicbir şey gorunmuyordu Evvela birbirlerini cağıranların sozleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın icinde buluşuyordu Arslan Bey atını hazırlatmıştı Yine yapayalnız, her gunku gittiği yere doğru kaybolacaktı
O kadar neşeli idi ki…
Butun subayları, cavuşları cağırttı Hepsi hucum var sanıyordu At anı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı uzengide
“Ağalar dedi “Bugun kaleyi alacağız Ben iki saate kadar geleceğim Şimdi hepiniz hazır olun
Nihayetleri gorunmeyen beyaz, buyuk sakalının cercevelediği yuzu sis icinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topcubaşı sordu:
“Siz gelmeden ben dovmeye başlayım mı, beyim?
Arslan Bey guldu:
“Hayır… Senin iki topunun gullelerine ihtiyacımız yok Yalnız bize cok gurultu yap
“Nasıl gurultu beyim?
“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma Topcularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır Avazları cıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!’ diye bağırt!
…
“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Goreceksin…
Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı “Yerin kulağı var derdi Ağzından cıkan bir sır mutlaka işitilecekti Kahya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden butun askerler sıkılıyorlar, bir şey anlatmıyorlardı Kumandanın yardım, cephane, top beklediği soyleniyordu İhtiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? İki top yetmez mi? Ne duruyoruz? diye
cadırlarında dedikodu yapıyorlardı Buraya gelindiği gunden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların icine dalıyor, saatlerce kalıyor, gulerek donuyor
“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa… diye gozlerini gokten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu
İşte kahyanın getirdiği mektupta Ali Paşa da teklifini kabul ediyordu Onunla birleşince ordusu yedi bin kişi kadar olacaktı O vakit şuphesiz Tofeli, Pallavicini’yi diri diri esir tutabilecekti
Koyu karanlık icinden uzaktan uzağa Şalgo Burcu’ndaki nobetcilerin attıkları acı naralar, acı kopek ulumaları işitiliyordu Gokte hic yıldız yoktu Arslan Bey, hademesinin tuttuğu billur bardaktaki yakut suyu icti Yeniden doldurulan cubuğunu cekiyor, kahyasıyla oteden beriden konuşuyordu Konuşurken duşunduğu hep kendi planıydı Yine goğe dalmıştı Birdenbire sordu:
“Hava kapanıyor gibi, değil mi?
“Evet
“Bakalım yarın…
“Hucum mu edeceğiz beyim?
“Hayır canım, hava bozsun, gorursun
Kahya, yine bir şey anlamadı…
Bir sabah…
Binlerce bacadan henuz tutmuş soğuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı Ordugah, sancaklar, tuğlar, cadırlar, dişbudak ağacları, atlar, hic, hicbir şey gorunmuyordu Evvela birbirlerini cağıranların sozleri duyuluyor, sonra iki hayal, ses yordamıyla bu beyaz karanlığın icinde buluşuyordu Arslan Bey atını hazırlatmıştı Yine yapayalnız, her gunku gittiği yere doğru kaybolacaktı
O kadar neşeli idi ki…
Butun subayları, cavuşları cağırttı Hepsi hucum var sanıyordu At anı yapar gibi, bir ayağı yerde, bir ayağı uzengide
“Ağalar dedi “Bugun kaleyi alacağız Ben iki saate kadar geleceğim Şimdi hepiniz hazır olun
Nihayetleri gorunmeyen beyaz, buyuk sakalının cercevelediği yuzu sis icinde asılı duruyor sanılan ihtiyar topcubaşı sordu:
“Siz gelmeden ben dovmeye başlayım mı, beyim?
Arslan Bey guldu:
“Hayır… Senin iki topunun gullelerine ihtiyacımız yok Yalnız bize cok gurultu yap
“Nasıl gurultu beyim?
“Toplarını boşuna yerinden kımıldatma Topcularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır Avazları cıktığı kadar, ‘Heya, mola, yisa!’ diye bağırt!
…