adanali
FD Üye
- Katılım
- Eki 20, 2019
- Mesajlar
- 2,792
- Etkileşim
- 0
- Puan
- 36
- Yaş
- 36
- Konum
- Adana
- Web sitesi
- bilgilihocam.com
- F-D Coin
- 69
Ölüm Korkusu Olanlar Ne Yapmalı ?
Ahiret kaygısına dayalı olarak biraz korku faydalı olur.
Ama bunun vesvese şeklinde uykuları kaçıracak tarzda olması, kişiyi ümitsizliğe sevkedebilir. ümitsizlik ise caiz olmaz.
Bu gibi şeyler Allah'ın emrine ve hikmetine göre gerçekleşir. Onun hikmetine ve rahmetine itimat etmeli ve ecelin bir olup değişmeyeceğini düşünmeli, ama devamlı da hazırlıklı olmaya çalışarak korku ve ümit arasında olmalıdır.
Bediüzzaman bu konuda şöyle demiştir:
"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından (olayların sıkıntısından) kurtulabilir." (Risale-i Nur Külliyatı, Yirmi üçüncü Söz)
İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır. Mü'minlerin cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mü'mini cesur yapan, temelde şu iki esastır.
a. "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler" ayetinin bildirdiği "Ecel birdir, değişmez." gerçeği. (A'raf, 7/34; Yunus, 10/49; Nahl, 16/61) Savaşta ön cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat eder. Niceleri de vardır, ilk defa savaşta hayatını kaybeder.
Halid b. Velid'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken, etrafındakilere şöyle der:
"Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları çınlasın!"
b. Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır (Tevbe, 9/52): Ya şehitlik, ya zafer. "ölürsem şehidim, kalırsam gazi!.." diyen bir mü'min, böyle beklentileri olmayan bir kafirden, elbette daha cesur olacaktır.
Nur Külliyatında imanın bir intisap olduğu ders verilir. “Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve ubudiyetle hizmetine giren bir mümin” cesaretin en büyük kaynağına ulaşmış demektir.
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir.”
ölüm yokluk değildir. Daha güzel bir alemin kapısıdır. Nasıl ki, toprak altına giren bir çekirdek, görünüşte ölüyor, çürüyor ve yok oluyor. Fakat gerçekte daha güzel bir hayata geçiş yapıyor. çekirdek hayatından ağaçlık hayatına geçiyor.
Aynen bunun gibi, ölen bir insan da görünüşte toprağa giriyor, çürüyor ama geçekte berzah ve kabir aleminde daha mükemmel bir hayata kavuşuyor.
Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek de inanıyoruz ki, elektrik hala mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah Ruh'a münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.
Bu sebeple Peygamberimiz (asm),
“Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
buyurarak, kabir hayatının varlığını ve nasıl olacağını bize haber veriyor.
İmanlı bir insan iyileşmeyen bir hastalıktan ölürse şehittir. Böyle şehitlere manevi şehit diyoruz. Şehitler ise kabir hayatında serbest dolaşırlar. Kendilerinin öldüğünü bilmezler. Sanki yaşadıklarını zannederler. Sadece daha mükemmel bir hayat yaşadıklarını bilirler. Peygamberimiz (asm), “Şehit ölüm acısını hissetmez.” buyurur.
Kur'an-ı Kerim'de şehitlerin ölmediği bildirilir. Yani kendilerinin öldüğünün farkında değillerdir. Mesela iki adam düşünün. Rüyada çok güzel bir bahçede beraber bulunuyorlar. Biri rüya olduğunu bilir. Diğeri ise rüya olduğunun farkında değil. Hangisi daha mükemmel lezzet alır? Elbetteki rüya olduğunu bilmeyen. Rüya olduğunu bilen, şimdi uyanırsam şu lezzet kaçacak diye düşünür. Diğeri ise tam ve gerçek lezzet alır.
İşte normal ölüler, öldüklerinin farkında olduğu için lezzetleri eksiktir. Halbuki şehitler öldüklerini bilmediğinden aldıkları lezzet tamdır.
İmanlı ölen ve kabir azabı görmeyen insanların ruhları serbest dolaşır. Bu sebeple pek çok yere gidip gelebilirler. Bir anda çok yerde bulunabilirler. Aramızda dolaşmaları mümkündür. Hatta şehitlerin efendisi Hz. Hamza (ra) pek çok insana yardım bile etmiştir, ve hala da yardım ettiği insanlar vardır.
Ruhlar aleminden anne karnına gelen insanlar, oradan dünyaya doğarlar. Burada buluşup görüşürler. Aynen bunun gibi bu dünyadaki insanlar da, ölüm ile öbür tarafa doğarlar ve orada dolaşırlar. Nasıl ki buradan öbür tarafa gideni uğurluyoruz. Kabir tarafından da buradan gidenleri karşılayanlar var. İnşallah bizleri de başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün sevdiklerimiz orada karşılarlar. Yeter ki bizler Allah'a gerçek kul olalım.
Yeni doğan çocuğu burada karşıladığımız gibi, buradan öbür tarafa giden bizleri de inşallah dostlarımız karşılayacaktır. Bunun şartı Allah'a iman, O'na ve Peygamberine (asm) uymak ve iman ile ölmektir.
Cevap 2:
ölüm büyük bir nimettir. Hem de birkaç yönden insan için bir nimettir. Her şeyden önce, ölüm bir kurtuluştur. Omzumuza yüklenmiş olan hayat külfetinden bir kurtuluş. Bir derece hürriyete, serbestliğe varıştır. Mesela, üzerimizde olan bir vazifeyi, yapmakla yükümlü olduğumuz bir işi hakkıyla yaptığımız veya bir engel çıkıp da yapma imkanımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur ve biz de rahatlayarak, “üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böyledir. Hiç ummadığımız ve beklemediğimiz bir anda geliverir ve artık taşımaktan aciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
Bu gerçek, hadis-i şerifte şöyle dile getirilir: Rasulullah'ın yanından bir cenaze geçti. Ona baktı ve şöyle dedi: “Bu, ya kendi kurtulmuştur veya kendisinden kurtulunmuştur.” Sahabiler sordular: “Ya Rasulallah! Kendi kurtulmuş veya kendisinden kurtulunmuş ne demek?” Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıkladı: “Mü'min ölünce dünyanın eziyet ve sıkıntılarından kurtulur; fasık ölünce de onun şerrinden insanlar, beldeler, ağaç ve canlılar kurtulur.” (Nesai, Cenaiz 48)
Dünya hayatı, yapısı itibarıyla sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla doludur. Bazen gelir bir zindan oluverir, insanı boğmaya başlar. Hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürüverir. Sürurlu, geniş, ıstırapsız, sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar. Zaten hadiste “Dünya mü'minin zindanı; kafirin cennetidir.” buyrulmuyor mu? Yani bu dünya, ahirete nisbetle mü'min için bir zindan; kafir için de cennettir. çünkü mü'min imanı sayesinde ahirette daha geniş nimetlere kavuşacak, ahiretin yanında dünya hayatı bir zindan gibi kalacaktır. Kafir de dünyadaki rahatlığı ve nimetleri ahirette bulamadığı için, ahiretine oranla bu dünya ona cennet gibi olacaktır.
İnsanın yaşı ilerledikçe, altmışı-yetmişi geçtikçe hayat ağırlaşır, yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür; hastalıklar, ağrılar birbiri peşi sıra gelmeye başlar. Bütün bu dertler insanı ölüme biraz daha yaklaştırır. Ve yaşlı insan bu dertlerden ancak ölüm sayesinde kurtulacağını bilmektedir. ölümün kendisi için bir nimet olduğuna iyice inanır ve kabul eder. O kadar dengeli bir manzara ki, insan hemen yerini arıyor. Demek ki dünyadaki acı vaziyetler, hastalıklar, hatta bir yerde ihtiyarlığın ölümden önce gelmesi sebepsiz değil. Bu durumlarla iç dünyamızda ahirete göçmek ve dostlara kavuşmak üzere bir arzu uyandırılıyor. Ağırlaşan hayat yükü ve hayat şartları karşısında ölümün nimet oluşu hissedilirken, bütün kainata hükmeden o Zat'ın sonsuz merhametini de anlamış oluyoruz.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi, on yedi... nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Dedemiz, onun dedesi ve sayılamayacak kadar dedeler ve nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde inleyip dursalar, hayat onlar için, hem de bizim için ne kadar ağır ve çekilmez olacak ve ölüm ne kadar arzu edilecekti. İşte sadece bu cihetten bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Eflatun, ölüme “nimetlerin en büyüğü” derken, hiç de haksız bir hükmü dile getirmiyordu.
ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten İbn Sina şöyle diyor:
“Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli. ölmeselerdi bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları halinde bile bunlar dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki, oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunlar sığabilsin? Bunlardan artabilecek ne barınacak bir yer, ne bir bina, ne ekip biçilecek bir arazi ve ne de gezecek bir yer kalmazdı. Bu durum az bir zaman için böyledir. Zaman geçtikçe hal ve keyfiyet nasıl olacaktır? Ebedi hayatı arzu edip ölmeyi istemeyen ve bunun mümkün olabileceğini zannedenin hali işte budur. Bu zan ve arzu, cehaletin sonucudur. ölüm, ilahi bir ihsan olunca o kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir.” (İbn Sina, ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi, s. 21)
ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta hasta ve musibet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Kendi ihtiyaçlarını göremeyecek kadar aciz bir duruma düşen felçli ve yatalak bir insan veya derdine çare ve ilaç bulamayan bir hasta ölümü o kadar bir iştiyakla ister ki, onun tek arzusu varsa, o da bir an önce ölüm nimetine kavuşmaktır. İntihara kalkışan kimse de aynı durumdadır. Böyle bir insanın imdadına ölüm yetişecek olsa, hem büyük bir günaha girmekten kurtulur, hem de ebedi hayatını berbat etmemiş olur. (Mehmet Paksu, ölüm ve Sonrası, s. 30-32)
Not: Zafer yayınlarında çıkan "öLüM SON DEĞİLDİR 1-2-3" kitaplarını okumanızı tavsiye ederiz.
Ahiret kaygısına dayalı olarak biraz korku faydalı olur.
Ama bunun vesvese şeklinde uykuları kaçıracak tarzda olması, kişiyi ümitsizliğe sevkedebilir. ümitsizlik ise caiz olmaz.
Bu gibi şeyler Allah'ın emrine ve hikmetine göre gerçekleşir. Onun hikmetine ve rahmetine itimat etmeli ve ecelin bir olup değişmeyeceğini düşünmeli, ama devamlı da hazırlıklı olmaya çalışarak korku ve ümit arasında olmalıdır.
Bediüzzaman bu konuda şöyle demiştir:
"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından (olayların sıkıntısından) kurtulabilir." (Risale-i Nur Külliyatı, Yirmi üçüncü Söz)
İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır. Mü'minlerin cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mü'mini cesur yapan, temelde şu iki esastır.
a. "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler" ayetinin bildirdiği "Ecel birdir, değişmez." gerçeği. (A'raf, 7/34; Yunus, 10/49; Nahl, 16/61) Savaşta ön cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat eder. Niceleri de vardır, ilk defa savaşta hayatını kaybeder.
Halid b. Velid'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken, etrafındakilere şöyle der:
"Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları çınlasın!"
b. Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır (Tevbe, 9/52): Ya şehitlik, ya zafer. "ölürsem şehidim, kalırsam gazi!.." diyen bir mü'min, böyle beklentileri olmayan bir kafirden, elbette daha cesur olacaktır.
Nur Külliyatında imanın bir intisap olduğu ders verilir. “Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve ubudiyetle hizmetine giren bir mümin” cesaretin en büyük kaynağına ulaşmış demektir.
“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir.”
ölüm yokluk değildir. Daha güzel bir alemin kapısıdır. Nasıl ki, toprak altına giren bir çekirdek, görünüşte ölüyor, çürüyor ve yok oluyor. Fakat gerçekte daha güzel bir hayata geçiş yapıyor. çekirdek hayatından ağaçlık hayatına geçiyor.
Aynen bunun gibi, ölen bir insan da görünüşte toprağa giriyor, çürüyor ama geçekte berzah ve kabir aleminde daha mükemmel bir hayata kavuşuyor.
Beden ile ruh, ampul ile elektrik gibidir. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor ve var olmaya devam ediyor. Biz onu görmesek de inanıyoruz ki, elektrik hala mevcuttur. Aynen bunun gibi, insan ölmekle ruh vücuttan çıkıyor. Fakat var olmaya devam ediyor. Cenab-ı Allah Ruh'a münasip daha güzel bir elbise giydirerek, kabir aleminde yaşamını devam ettiriyor.
Bu sebeple Peygamberimiz (asm),
“Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
buyurarak, kabir hayatının varlığını ve nasıl olacağını bize haber veriyor.
İmanlı bir insan iyileşmeyen bir hastalıktan ölürse şehittir. Böyle şehitlere manevi şehit diyoruz. Şehitler ise kabir hayatında serbest dolaşırlar. Kendilerinin öldüğünü bilmezler. Sanki yaşadıklarını zannederler. Sadece daha mükemmel bir hayat yaşadıklarını bilirler. Peygamberimiz (asm), “Şehit ölüm acısını hissetmez.” buyurur.
Kur'an-ı Kerim'de şehitlerin ölmediği bildirilir. Yani kendilerinin öldüğünün farkında değillerdir. Mesela iki adam düşünün. Rüyada çok güzel bir bahçede beraber bulunuyorlar. Biri rüya olduğunu bilir. Diğeri ise rüya olduğunun farkında değil. Hangisi daha mükemmel lezzet alır? Elbetteki rüya olduğunu bilmeyen. Rüya olduğunu bilen, şimdi uyanırsam şu lezzet kaçacak diye düşünür. Diğeri ise tam ve gerçek lezzet alır.
İşte normal ölüler, öldüklerinin farkında olduğu için lezzetleri eksiktir. Halbuki şehitler öldüklerini bilmediğinden aldıkları lezzet tamdır.
İmanlı ölen ve kabir azabı görmeyen insanların ruhları serbest dolaşır. Bu sebeple pek çok yere gidip gelebilirler. Bir anda çok yerde bulunabilirler. Aramızda dolaşmaları mümkündür. Hatta şehitlerin efendisi Hz. Hamza (ra) pek çok insana yardım bile etmiştir, ve hala da yardım ettiği insanlar vardır.
Ruhlar aleminden anne karnına gelen insanlar, oradan dünyaya doğarlar. Burada buluşup görüşürler. Aynen bunun gibi bu dünyadaki insanlar da, ölüm ile öbür tarafa doğarlar ve orada dolaşırlar. Nasıl ki buradan öbür tarafa gideni uğurluyoruz. Kabir tarafından da buradan gidenleri karşılayanlar var. İnşallah bizleri de başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün sevdiklerimiz orada karşılarlar. Yeter ki bizler Allah'a gerçek kul olalım.
Yeni doğan çocuğu burada karşıladığımız gibi, buradan öbür tarafa giden bizleri de inşallah dostlarımız karşılayacaktır. Bunun şartı Allah'a iman, O'na ve Peygamberine (asm) uymak ve iman ile ölmektir.
Cevap 2:
ölüm büyük bir nimettir. Hem de birkaç yönden insan için bir nimettir. Her şeyden önce, ölüm bir kurtuluştur. Omzumuza yüklenmiş olan hayat külfetinden bir kurtuluş. Bir derece hürriyete, serbestliğe varıştır. Mesela, üzerimizde olan bir vazifeyi, yapmakla yükümlü olduğumuz bir işi hakkıyla yaptığımız veya bir engel çıkıp da yapma imkanımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur ve biz de rahatlayarak, “üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böyledir. Hiç ummadığımız ve beklemediğimiz bir anda geliverir ve artık taşımaktan aciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
Bu gerçek, hadis-i şerifte şöyle dile getirilir: Rasulullah'ın yanından bir cenaze geçti. Ona baktı ve şöyle dedi: “Bu, ya kendi kurtulmuştur veya kendisinden kurtulunmuştur.” Sahabiler sordular: “Ya Rasulallah! Kendi kurtulmuş veya kendisinden kurtulunmuş ne demek?” Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıkladı: “Mü'min ölünce dünyanın eziyet ve sıkıntılarından kurtulur; fasık ölünce de onun şerrinden insanlar, beldeler, ağaç ve canlılar kurtulur.” (Nesai, Cenaiz 48)
Dünya hayatı, yapısı itibarıyla sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla doludur. Bazen gelir bir zindan oluverir, insanı boğmaya başlar. Hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürüverir. Sürurlu, geniş, ıstırapsız, sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar. Zaten hadiste “Dünya mü'minin zindanı; kafirin cennetidir.” buyrulmuyor mu? Yani bu dünya, ahirete nisbetle mü'min için bir zindan; kafir için de cennettir. çünkü mü'min imanı sayesinde ahirette daha geniş nimetlere kavuşacak, ahiretin yanında dünya hayatı bir zindan gibi kalacaktır. Kafir de dünyadaki rahatlığı ve nimetleri ahirette bulamadığı için, ahiretine oranla bu dünya ona cennet gibi olacaktır.
İnsanın yaşı ilerledikçe, altmışı-yetmişi geçtikçe hayat ağırlaşır, yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür; hastalıklar, ağrılar birbiri peşi sıra gelmeye başlar. Bütün bu dertler insanı ölüme biraz daha yaklaştırır. Ve yaşlı insan bu dertlerden ancak ölüm sayesinde kurtulacağını bilmektedir. ölümün kendisi için bir nimet olduğuna iyice inanır ve kabul eder. O kadar dengeli bir manzara ki, insan hemen yerini arıyor. Demek ki dünyadaki acı vaziyetler, hastalıklar, hatta bir yerde ihtiyarlığın ölümden önce gelmesi sebepsiz değil. Bu durumlarla iç dünyamızda ahirete göçmek ve dostlara kavuşmak üzere bir arzu uyandırılıyor. Ağırlaşan hayat yükü ve hayat şartları karşısında ölümün nimet oluşu hissedilirken, bütün kainata hükmeden o Zat'ın sonsuz merhametini de anlamış oluyoruz.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi, on yedi... nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Dedemiz, onun dedesi ve sayılamayacak kadar dedeler ve nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde inleyip dursalar, hayat onlar için, hem de bizim için ne kadar ağır ve çekilmez olacak ve ölüm ne kadar arzu edilecekti. İşte sadece bu cihetten bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya çıkar. Eflatun, ölüme “nimetlerin en büyüğü” derken, hiç de haksız bir hükmü dile getirmiyordu.
ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten İbn Sina şöyle diyor:
“Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli. ölmeselerdi bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları halinde bile bunlar dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki, oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunlar sığabilsin? Bunlardan artabilecek ne barınacak bir yer, ne bir bina, ne ekip biçilecek bir arazi ve ne de gezecek bir yer kalmazdı. Bu durum az bir zaman için böyledir. Zaman geçtikçe hal ve keyfiyet nasıl olacaktır? Ebedi hayatı arzu edip ölmeyi istemeyen ve bunun mümkün olabileceğini zannedenin hali işte budur. Bu zan ve arzu, cehaletin sonucudur. ölüm, ilahi bir ihsan olunca o kötü bir şey olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. ölümden korkan da onun gerçek yüzünü bilmeyendir.” (İbn Sina, ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi, s. 21)
ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta hasta ve musibet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir. Kendi ihtiyaçlarını göremeyecek kadar aciz bir duruma düşen felçli ve yatalak bir insan veya derdine çare ve ilaç bulamayan bir hasta ölümü o kadar bir iştiyakla ister ki, onun tek arzusu varsa, o da bir an önce ölüm nimetine kavuşmaktır. İntihara kalkışan kimse de aynı durumdadır. Böyle bir insanın imdadına ölüm yetişecek olsa, hem büyük bir günaha girmekten kurtulur, hem de ebedi hayatını berbat etmemiş olur. (Mehmet Paksu, ölüm ve Sonrası, s. 30-32)
Not: Zafer yayınlarında çıkan "öLüM SON DEĞİLDİR 1-2-3" kitaplarını okumanızı tavsiye ederiz.