Forumda yenilikler devam etmektedir , çalışmalara devam ettiğimiz kısa süre içerisinde güzel bir görünüme sahip olduk daha iyisi için lütfen çalışmaların bitmesini bekleyiniz. Tıkla ve Git
x

Son konular

O’nun Muhteşem Ahlâkı -10- (Tefekkürü)

O’nun Muhteşem Ahlâkı -10- (Tefekkürü)
0
178

iltasyazilim

FD Üye
Katılım
Ara 25, 2016
Mesajlar
0
Etkileşim
17
Puan
38
Yaş
37
F-D Coin
19
O’NA İTAAT HAKK’A İTAAT

Âyeti kerîmede buyurulur:

???? ?????? ?????????? ?????? ??????? ???????
“Kim Rasûlullâh’a itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur… (enNisâ, 80)

Rasûl’e itaat, Allâh’a itaattir

Çünkü O sallâllâhu aleyhi ve sellem her şeyde üsvei hasenedir Allâh’ın râzı olacağı; en güzel kulluğu, en muazzam ahlâkı, en müstesnâ muâmelâtı sergilemek, yaşayarak yaşatarak öğretmek üzere, bütün kâinâta muallim olarak gönderilmiştir

Aile hayatında, iş hayatında, cemiyette, kumandanlıkta; ferde, cemiyete, asırlara örnek…
Kelâmda mûcize Kur’ânı Kerim olduğu gibi, insanda da hârika O’dur Üsvei hasene, en güzel örnek!
En ideal aile hayatının sırrını öğrenmek isteyen; O’nun kurduğu, cihanın en mesut ailesine bakmalıdır

İdeal toplumu arayanlar için O’nun asrı, yani asrı saâdet en güzel örnektir
Yediden yetmişe her insan; O’nun hayatına bakarak problemlerini halledebilir, telâfi edebilir

Rabbimiz; «??? ??????» diyerek İslâm’a girerken kalpten nefsânî arzuları bertarâf etmemizi arzu ediyor

«?????? ??????» diyerek de rûhânî istîdatları inkişâf ettirmemizi istiyor Böylece kalp, Cenâbı Hakk’ın tecellî mekânı olacak

Bu da «????????? ??????? ???????»’ı tasdik etmekle, sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’i kalpten tanımakla olacak O’nun şahsiyetine hayran olmakla, sünnetine tâbî olmakla müyesser olacak

Allah katında kıymet kazanmak istiyorsak, O cevheri yüreğimizde taşımalı, O’nun ahlâkıyla ahlâklanıp istikameti üzere yaşamaya gayret etmeliyiz Zira Fahri Kâinât Efendimiz;

“Kişi sevdiğiyle beraberdir buyurmaktadır (Buhârî, Edeb, 96)

Bu beraberliğin hakikati ise; hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhâsıl istikamet beraberliğidir

GÖNLÜMÜZ DE O’NUN MUHABBETİYLE DOLMALI

Bir teşbihle ifade edersek, gül ağacından murad, ne kök, ne gövde, ne diken, ne yaprak; sadece güldür Bütün çiçekler içinde en zarifi ise yine güldür Yaprak için o gül ile beraberlik ne büyük bir şereftir Gövde için o güle hizmet ne büyük nimettir Hattâ ayağı dibindeki toprak için o gülün şebnemleriyle ıslanmak, onun ıtırıyla bezenmek ne büyük bir bahtiyarlıktır
Şeyh Sâdî, Gülistân’ında bu bahtiyarlığı şu temsil ile anlatır:
Bir gün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) parçası verdi
Kile sordum:

“–A mübârek, sen misk misin, anber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum

Kil bana şöyle cevap verdi:

“–Ben bir gülün toprağıydım O gülün yaprakları seher şebnemleriyle dolar, benim üzerime ağlayarak damlardı Ben bu yaşlarla hamur gibi yoğruldum Ben aslında alelâde bir «kil»im Bu koku onundur…

Fuzûlî, Güli Gülzârı Nübüvvet Efendimiz’in eşsizliğini şöyle ifade eder:

Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su…

“Bahçıvan, gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zira), bin tane gül bahçesi sulasa, (Yâ Rasûlâllah, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!
Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey gafil! Musa ve Ahmed’in mûcizelerine nazar et Asâ nasıl ejderhâ oldu ve hurma kütüğü nasıl irfan sahibi oldu ve inledi?

“Hazreti Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem , kendisinden ayrı düştüğü için inleyen Hannâne1 direğini okşadı Sen, ey insan, bir ağaçtan da aşağı değilsin Hannâne direği ol da sen de ayrılıktan inle…

İnle, çünkü O sallâllâhu aleyhi ve sellem de senin için; «Ümmetî! Ümmetî!» diye Cenâbı Hakk’a yalvarmakta…

Ahseni takvîm olan insanın, Varlık Nûru’nun kıymetini idrâk etmesi, O’nu idrâk ederek, O’na yakınlık için inlemesi ve yanması elbette, sâir mahlûkattan farklı ve müstesnâ olmalıdır Bunu ifade için Hazreti Mevlânâ’dan ilhamla denilmiştir ki:

“Odun yanar kül olur, gönül yanar kul olur

Hayâtiyetini kaybetmiş, ölü bir kütükten bir şey beklenmez Gafil insan için cehennem vardır Fakat gönlü diri, gözleri mânâ ve hakikatlere açık, kulağı hakka ve hayra âmâde bir mü’min, idrâk ettiği hakikatlerle hamlıktan kurtulur, pişmeye başlar Sonunda yanar Elbette onun yanışı, bir odunun yanıp kül oluşu, hiç oluşu gibi bir yanış değildir «?????? ?????????» medhine mazhar bir kul hâline getiren bir yanıştır Sevdiğinde fânî eden bir yanış ve kavruluştur Neticesi cennettir Tıpkı pervânenin yanışı gibi:

PERVÂNE GİBİ

Büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal; uzakta ve karanlıkta kalanlarla, nûra koşan, aşk ile yanıp nûr olanları şöyle bir temsil ile anlatır:
Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

“–İbni Sînâ’nın kitapları içine yerleştim Fârâbî’nin eserlerini gördüm (Felsefenin bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim Fakat) bu hayatın mânâsını bir türlü anlayamadım Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…

Güvenin bu feryâdına mukabil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:
“–Bak! dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım Sonra da şöyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!

Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;
“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan! demekteydi

Bu temsilde; yaşanmayan, amelsiz, kuru ilim sahibi, ihlâs ve takvâdan mahrum olarak kara kitaplara yaslanmış bilgiçler güveye benzetilir Takvâ, haşyet ve muhabbetle yanan âşık gönüller, ilmiyle âmil yanık gönüllü ârifler ise, pervâneye teşbih edilir

O pervânelerin, Allah Rasûlü’nden ayrı düşme korkusuyla inleyenlerin en güzel misâli Hazreti Sevbân idi
Sevbân radıyallâhu anh bir gün Efendimiz’in yanına geldi Efendimiz onu çok mağmum, mahzun ve kederli gördü

“–Sevbân, nedir derdin? buyurdu
Sevbân içli içli anlattı:

“–Anam, babam ve bu cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sohbetinde hâlden hâle geçiyorum Eve gidiyorum hasret kalıyorum Nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran… Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum Orada siz, peygamberlerle beraber olacaksınız Benim ise, ne olacağım ve nerede savrulacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!

Efendimiz bir müddet sükût etti Ondan sonra;
“Ey Sevbân, kişi sevdiğiyle beraberdir buyurdu (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)
Sevbân’ın belki bu dünyada bir dikili ağacı bile yoktu Fakat o, dünyanın en zengin insanıydı, çünkü Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ’in muhabbetine râm ve beraberlik sırrına mazhar olmuştu
Bir ormanı dışarıdan seyredince sadece bir resim tablosu olarak bir güzellik arz eder Yaklaşınca her bir ağacın, her bir çiçeğin, her bir meyvenin güzellikleri temâşâ edilir Seyredilmekle de kalmaz; râyihaları koklanmaya, kuş cıvıltıları işitilmeye, meyveleri tadılmaya başlar Yani ormanla temsil edilen hakikat bizzat, hakka’lyakîn yaşanır

İşte ashâbı kiram; Peygamber Efendimiz’i uzaktan seyretmedi, yakından tanıdı O’nunla maiyyetberaberlik sırrına erdi Her biri kendi istîdâdınca O’nun nûruyla boyandı, ahlâkıyla ahlâklandı Sevbân gibi Rasûlullah âşıkları, O’na yaklaşmak uğrunda her fedâkârlığa gönüllü, her meşakkate râzı idiler
Müteakip nesillerde de O’nun âşıkları, O’nun kardeşleri arasına iltihâk edebilme çırpınışında her fedâkârlığa gönülden koştular

RASÛLULLAH AŞKIYLA

Bursa kadısı Mahmud Efendi, bütün dünya makam ve debdebesini geride bırakarak Üftâde kapısında hizmetkâr oldu Allah ve Rasûlü’ne yaklaşma yolunda kendisine ayak bağı olan nefsânî problemlerini yenmek için; üstâdının emriyle sırtında kaftanıyla, Bursa sokaklarında ciğer sattı Dergâhta tuvalet temizledi Hiçliğe erişti, fakat nihayetinde; dilinden hikmetler dökülen ve cihan padişahlarının da onun önünde hürmetle eğildiği Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri oldu

Hâlidi Bağdâdî, zâhirî ilimlerde zirve idi Ona «Şemsü’şŞümûs: Güneşler Güneşi» diyorlardı Fakat o da asıl tahsilin Allah ve Rasûlü’nü yakından tanımak olduğuna dair bir işaretle binlerce kilometre yol aşıp Hindistan’a gitti, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhına vardı Geldiği haber verilince Abdullah Dehlevî kuddise sirruh onu karşılamadı;

“Tuvaletleri temizlemeye başlasın! diye haber gönderdi Mevlânâ Hâlid, ilmiyle gururlanmadan hemen hizmete koyuldu Kuyudan su çekerek, omzunda yaralar bırakan tahta terazilerde kovalarla taşıyarak aylarca hizmet etti Ancak bu hizmetlerden sonra, üstâdı onunla bizzat alâkadar olarak, kısa sürede onu yetiştirdi ve seyr ü sülûkünü tamamlamış ve vazifelendirilmiş olarak memleketine gönderdi Yolcu ederken de şehrin dışına kadar kilometrelerce mesafede, onun yanından yürüdü ve;

“Sadrımda ne varsa aldı, götürdü dedi

Esas tahsil Allah Rasûlü’nü yakından tanıyabilmek

Yakından tanıyanlar âbâd olur, uzaktan bakanlar ise berbâd olur, kahrolur gider

Peygamberimiz’e ittibâ, Allâh’ın muhabbet ve mağfiretine vesile olur Allah ve Rasûlü’ne muhabbet, rakik gönüllü, derûnî hissiyatlı, istîdatlı âşıkları bir vecd ve istiğrâk hâline sevk etmiştir Onların içli bir nümûnesi olan Fuzûlî; gözlerinden akan yaşlarda, nehirlerin çağıldayışında, gökte ve yerde, her şeyde Allah Rasûlü’ne muhabbetli bir akış görür Kâinatta nereye baksa, neyi görse her şey ona Allah Rasûlü’nü hatırlatmaktadır Çağıldayarak akan bir dere onun gönlüne şöyle dedirmektedir:

Hâki pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl,
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su…

“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mübârek toprağına ulaşayım diye; sular, hiç durmadan ömürler boyu başlarını taştan taşa vurarak âvâre ve meclûb bir şekilde akmaktadır

Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin aşkı ise gönülde aşk ateşinin hararetiyle tezâhür eder O öyle bir yanış hâlindedir ki, güneşin hararetinin bütün dünyayı sardığı gibi, aşkı Muhammedî de onun bütün dünyasını doldurmuştur Her ne yöne baksa ateştir:

Tecellâyı cemâlinden habîbim nevbahâr âteş!
Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim, Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar dahî ateş kesilmiş! Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi içinde!

O’nun âşıklarında bu muhabbet ve ittibâın tezâhürleri de farklı farklıdır

Yine O Hidâyet Güneşi’ne âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri de, Fahri Kâinât Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir

Büyük hadis âlimi İmâmı Nevevî Hazretleri; Peygamber Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair malûmat tespit edemediğinden, ne yapacağını bilemedi, karpuz yemedi O’na ittibâ edemeyeceği için karpuz ona tatlı gelmedi Çünkü onun lezzet aldığı tek şey Fahri Kâinât Efendimiz’e her hâlinde tâbî olmaktı

Bunlar zihnin değil, kalbin tahsilidir Gönlün tâlimidir Bunları bir başkasının taklit etmeye kalkması, uygun değildir Bunlar gönülden taşarak, samimiyetle yaşanmış hususî hâllerdir

Onların muhabbetleri, fedâkârlık ile tezâhür etti Fedâkârlıkları da zaferlere vesile oldu

Vehb bin Kebşe radıyallâhu anh ; Çin’e giderken yorulmadı, üşenmedi… İbni Abbas’ın kardeşi; Semerkant’a gitti, o da aynı şekilde hiçbir bezginlik göstermedi Allah Rasûlü’nün muhabbeti ve O’nun bir müjdesine nâil olma heyecanı; Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb elEnsârî’ye seksen yaşında, yollara düşüp İstanbul fethi için seferlere katılma enerjisi oldu
Onlar cellâtlardan, düşmanlardan ve eşkıyâdan korkmadı

Onların bir tek korkusu; Allah ve Rasûlü’nün sevgisinden ve O’nu tanımaktan mahrum olmaktı Onlar için dünyada en büyük kayıp bu idi Dünyanın bir metâını, makamını ve servetini kaybetmek değildi

O’NU İDRÂK ETMEK!

Yaman Dede; Galata Mevlevîhâne’sine giderken yolda duvara yaslanmış, mecalsiz ve tâkatsiz bir vaziyette iken kendisine bir talebesi denk gelir Der ki:
“?Hocam, herhâlde hastasınız Sizi doktora götürmemi ister misiniz?
Yaman Dede, derin bakışlarını talebesine çevirir:
“?Hayır evlâdım, hasta değilim Sadece hatrıma Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem geldi O’nun muazzam ve mûtenâ hâl ve şahsiyetini düşündükçe, dehşete gelip kendimi kaybediyorum, O’nu idrak husûsunda tâkatim kesiliyor

Ayakta duracak mecâlim kalmıyor Hâlsiz ve perişan düşüyorum
Onun yazdığı na‘tı şerif de bu hissiyâtı ne güzel ifade eder:
Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!

Efendimiz’i hatırlamak, büyük fetihlerin kuvvet ve heyecanı da oluyordu O’nun emâneti olan İslâm birliğini muhafaza nâmına şark seferine çıkan Yavuz Sultan Selim Han; üst üste tecellî eden büyük fütuhatlardan sonra dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi Nefsine mağlûp olmamak için takvâ ve mahviyet libâsına bürünüp lalası Hasan Can’a;

“–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin! dedi

Akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve âlâyişsiz bir şekilde şehre girdi
Bu derviş yürekli sultan, bir Allah dostuna râm olmanın kıymet ve değerini ifade sadedinde şöyle demiştir:

Pâdişâhı âlem olmak bir kuru kavg? imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş

Hakikaten onun için sultanlık, takdirin omuzlarına yüklediği bir vazife idi
Nitekim;

Trakya seferine çıktığında Yavuz’un sırtında şirpençe adlı tehlikeli bir çıban çıkar Yara iyice derinleşince Hasan Can; durumun nezâketini gözyaşları içinde, şöyle ifade eder:

“–Padişahım, şimdi Allah ile beraber olmak zamanıdır

Yavuz ise şu mânidar cevabı verir:

“–Ya bunca zamandan beri bizi kiminle bilirdin?

Daha sonra Yavuz, nediminden kendisine bir Yâsîni şerif okumasını talep eder ve son nefesini huzur içinde verir
Sıradan insanından kadı ve hükümdarına, bu zirve insanları kim yetiştirdi? Bu mükemmel şahsiyetler, hangi mektebin mezunudur?

MÜSTESNÂ TALEBELER

Bir çoban ki, kendisine gayri meşrû bir dünya metâı teklif edildiğinde, Allah korkusuyla titreyerek, parmağını semâya kaldırıp der ki:

“?Allah görmüyor mu? Allah nerede?

Yine bir hizmetkâr ki, günlük yegâne yiyeceğini aç bir köpeğe verir ve niye böyle yaptığını soran kişiye der ki:

“?Onu da beni de yaratan, aynı Allah! O burada garip Belli ki uzaktan gelmiş Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı

Düşünelim:
Bu kimseler hangi fakültede tahsil yaptı Hangi mastır yahut doktora programından mezun oldu?

Onlar, Allah Rasûlü’ne muhabbet ve O’nunla kalben beraberlik tahsiliyle bu kıvâmı kazandılar

Gururu, bencilliği, cimriliği ve cehâleti ayaklarının altına alıp, tevâzuyu, fedâkârlığı ve cömertliği tâc ettiler
İşte asıl tahsil…

Kendimizi Sevbân radıyallâhu anh ve bu büyük peygamber âşıkları ile mukayese ettiğimiz zaman, acaba bu sevginin neresindeyiz? Âhirette O’ndan ayrı düşmek korkusu bizi ne kadar endişelendiriyor?
Bugün Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın mahşerde O da bizi tanır Havz kenarında bizi kabul eder Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar kılar O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsanlarıyla âbâd eder

Kısacası, biz O’na tâbî olalım ki, O da bize;

“Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun! (elBakara, 143) buyurulduğu üzere, şahit ve şefaatçi olsun

Dünyaya Efendimiz’den tahsil görmeye geldik Bu sebeple, Kur’ânı Kerîm’in ilk emri;

???????? ??????? ??????? ?????? ? ??????
«Yaratan Rabbinin adıyla oku!» (elAlak, 1) fermanı olmuştur

Fahri Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; bu ilâhî emre muhatap olduğunda, Hirâ Mağarası’nda tefekkür ve tezekkür için inzivâ hâlindeydi Yani peygamberlik öncesinde, câhiliyye zulüm ve zulümâtı içinde bîzâr olan kalbi Muhammedî; yanına az bir azık alarak uzlete çekiliyor, Kâbe’yi seyrederek uzun ve derin tefekkürlerle ferahlıyordu

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! (elAlak, 1) emriyle ilk vazife, tefekkür olarak beyan buyurulmuş oldu Çünkü tefekkür; îmâna, ibâdete, ahlâka ve her şeye vesile…

TEFEKKÜR, ÎMAN ANAHTARI

Tefekkürümüz için üç yardımcı var:

Mü’min; birbirini tefsir ve şerh eden üç ayrı hârika tecellîden istifâde eder:

İnsanın kendi mâhiyeti, özü, cevheri…
Kelâmullah, Kur’ânı Kerim âyetleri…
Bir kâinat kitâbı olan cihan dershânesi…

İnsanoğluna akıl, bu ilâhî sır ve hikmetleri temâşâ ve tefekkür edebilmesi için verilmiştir

Esâsında bütün âlem, esmâ terkiplerinin tecellîlerinden ibârettir Bu mânâda cihan, onu ayna yapacak olan kimyevî terkibi sırrı çekilmemiş bir cam levha hâlindedir O levhaya ayna vasfı kazandıracak bir ilâhî terkib «sır» olarak yaratılan insan onu tamamlar ve tefekkür nazarıyla bakıldığında âlem, insana bir endam aynası olur İnsan, onda kendinin hiçliğini ve yaratılış cevherini görür ve bilir Bu tefekkürle;

“Nefsini bilen, Rabbini bilir

Hazreti Âdem’e Cenâbı Hak «bütün esmâ»yı öğretmiştir İnsanoğlu, Rabbinin kendisine lutfettiği bu ilim ve husûsiyetlerle; yeryüzünde Hakk’ın şahidi olacak, kâinat kitâbının ve Kur’ânı Hakîm’in rehberliğinde, kendi özündeki sırları ve hikmetleri okuma gayretinde olacaktır Bu gayret ona, «mârifetullâh»a mesafe kat ettirecektir

KELİMELERDEN OLUŞAN CİHAN: KUR’ÂN

Kâinat, Kur’ânı Kerim mûcizesinin bir nevî mufassal tefsîri demektir Yani Kur’ânı Kerim, kelimelerden oluşan bir cihan; kâinât ise kelimeleri olmayan bir Kur’ân’dır

Kur’ânı Kerim, Son Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kıyâmete kadar bâkî mûcizesidir Önceki semâvî kitaplar, tahrife uğramışken, Kur’ân ilâhî sıyânet ile muhafaza edilmiştir

Kur’ânı Kerim; muhteşem ilâhî diksiyonuyla, nazmındaki müstesnâ letâfet ve azametiyle, mânâlarında uçsuz bucaksız derinlik ve zenginlikle, mükemmel belâgat ve fasâhatiyle, muhtevâsındaki insan ve toplumun ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve siyasî bütün dertlerine şifâ ve derman oluşuyla, gaybdan verdiği haberlerle ve kıyâmete kadar insanoğlunun emekleye emekleye bulduğu kevnî ve ilmî hakikatleri asırlar önce ifade etmesiyle mûcizeler mûcizesi bir hârikadır

Kâinat ve hâdisâtın kalp aynasında temâşâsında da aynı idrak ve şuur farkı görülür Çünkü kalp aynasının günah ve haram paslarından ne derecede arınmış; îman, takvâ ve ihlâs cilâlarıyla ne kadar mücellâ hâle gelmiş olduğu; elbette ki, ondaki tecellîlere aksedecektir

Mü’min; Kur’ânı Kerîm’in âyetlerini de kalbinin takvâsı nisbetinde tefekkür edebilir Aynı rahle başına oturan müteaddit şahıslardan her biri, Kur’ân’ın mânâ ummânından farklı derecelerde istifâde edebilir
Ancak kalbinde kilit olanlar Kur’ân’dan istifâde edemezler Âyeti kerîmede buyurulur:

??????? ?????????????? ??????????? ???? ????? ??????? ????????????
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi? (Muhammed, 24)

Kur’ânı Kerim; dâimâ insanı tefekküre, akletmeye, ilâhî azameti ve âkıbeti düşünmeye davet eder:

AKLETMEZ MİSİNİZ?

??????? ??????????? “Akletmez misiniz?

??????? ???????????? “Düşünüp ibret almaz mısınız?

??????? ??????????? “Görmez misiniz?

??????? ?????????????? “Tefekkür etmez misiniz?

Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ; Kur’ânı
Kerîm’i vakar ile, tane tane ve derin bir hassâsiyet içinde okurdu Âyeti kerîmelerin mânâları üzerinde tefekkür eder ve emirlerini derhâl hayatına tatbik ederdi Allâh’ı tesbih etmekten bahseden âyetlere gelince;

«Sübhânallah!» gibi tesbih ifadeleriyle Allâh’ı noksanlıklardan tenzih ederdi Duâ âyetleri gelince onlarla Allâh’a münâcatta bulunurdu Cenâbı Hakk’a sığınmaktan bahseden âyetleri okuyunca, hemen Allâh’a sığınırdı
Bazen bir âyeti kerîmeye öylesine teksîf olurdu ki; sabaha kadar o âyet ile tefekkür ve niyaz hâlinde bulunurdu

Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem , baktığı her şeyden bir ibret çıkarıp hamd ve şükür ile Rabbine yönelirdi Bizler de;

Gördüğümüz her şeyde ilâhî azameti seyrederek his ve fikir dünyamızın mânevî gıdâsını almaya gayret etmeliyiz Müslüman; Güneş’e, Ay’a, atmosfere, kendi yaratılışına, ecdâdına, evlâdına, velhâsıl nereye bakarsa baksın, bunlar vesilesiyle ikrâm edilen ilâhî mesajları kalp gözüyle okumalıdır Nereden ve nasıl geldiğini, nasıl hayat sürebildiğini, çehre ve sûretini kimin verdiğini, ömrünü kimin tayin ettiğini, nereye gitmekte olduğunu, hayat ve kâinâtın hikmetsiz olmadığını, hiçbir şeyin boş ve abes yere yaratılmadığını, kendisinin başıboş bırakılmadığını düşünüp, dâimâ ilâhî kudret ve azametin farkında olmalıdır Cenâbı Hak, mü’minlerin tefekkürünü şöyle tasvir buyurur:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (dâimâ) Allâh’ı zikrederler Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler (ve şöyle derler):

«Rabbimiz! Sen bu (âlemi) boşuna yaratmadın, Sen’i tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!» (Âli İmrân, 191)

Bir seher vakti Hazreti Bilâl geldi ve Hazreti Peygamber’i perişan bir hâlde gördü
Efendimiz ağlıyordu O kadar ağlamıştı ki; elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslanmıştı

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz? diye sordu

Bunun üzerine Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ;

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun! karşılığını verdi ve Âli İmrân, 191 ve 192 âyetleri okudu (İbni Hibbân, II, 386)

Tefekkür; nimeti düşündürür, hesabı hatırlatır Âyeti kerîmede buyurulur:

????? ????????????? ?????????? ???? ??????????
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz

Bu âyeti kerîme nâzil olduğunda çok fakir, muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;

“?(Yâ Rasûlâllah!) Benim üzerimde (hesabı verilecek) nimetlerden bir şey var mı? diye sordu

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ise hulâsaten;

“–Gölge, iki nalin ve soğuk su cevabını verdi (Bkz Süyûtî, VIII, 619)

Efendimiz’in bu cevabındaki anahtarla tefekkür edelim:

Ağaçlar bizim için yaratıldı Hem gölgeleniyoruz, hem meyvelerini ve yemişlerini yiyoruz Gövdesinden ahşap eşyalar yapıyoruz Ağaçlar havayı temizliyor Hem de bize huzur veren yeşiliyle ve mevsiminde çiçekleriyle çok güzel bir manzara sergiliyor Bir düşünelim; ağaçlar olmasaydı, bu dünya ne kadar kurak, çorak ve huzurdan mahrum olurdu!

Diğer mahlûkat istese de bir ayakkabı giyemez Cenâbı Hakk’ın verdiği istîdatla, bize musahhar kıldığı mahlûk?tın derileri gibi malzemelerle biz ihtiyaca göre çeşit çeşit ayakkabılar imal edip giyebiliyoruz Sıcaktan, soğuktan, taştan, dikenden ve kirden muhafaza oluyoruz Şükredebiliyor muyuz?

Yağmur bir deniz suyu gibi tuzlu yağsaydı yahut bol sodalı olsaydı, asitli veya kirli yağsaydı hâlimiz ne olurdu!

En basit nimetlerden başlayarak, üzerimizdeki sonsuz nimetleri tefekkür etmeliyiz

Nimetler Hak yolunda hamd ve şükür îfâsıyla değerlendirilirse onların hesabını vermek o kadar rahat hâle gelir

O hâlde kâinâtı, bütün nimetleriyle tefekkür etmeliyiz

MEKTEBİ ÂLEM

Zerreden kürreye her şey ilâhî azamet tecellîsi Her şey kudret akışları…
Ziya Paşa ne güzel söylemiştir:

Bin dersi maârif okunur her varakında,

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mektebi âlem!

“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin binlerce dersi okunur Yâ Rabbî! Şu âlem, tefekkür deryâsına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir

Âlimler, kâinat yaratıldığından beri 13 milyar yıl geçtiğini tahmin etmektedirler İnsanın varlığı, bu muazzam zaman diliminin ancak son demlerine tesadüf eder Cenâbı Hak da bu hakikati tefekkür etmemizi ister Âyeti kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? (elİnsân, 1)

İnsanın ismi de cismi de yoktu Fakat Cenâbı Hak bu cihanı insana hazırladı İnsan için zengin bir tefekkür malzemesi olması için, husûsiyle ilâhî sanat bu küçük gezegende galeyâna geldi Bunları tefekkür eden kişi anlar ki, Cenâbı Hak ne kadar muazzam bir tefekkür zenginliği ihsan etmiş
İnsanın, bu zenginliğin sebebini tefekkür ettiğinde bir kere daha şükretmesi gerekir Zira insanı felâha kavuşturacak îman ve ibâdete anahtar olan tefekkür nimeti için bin bir fırsat ve vesileyi halk etmesi, Allâh’ın kullarına en büyük yardımlarından biridir

TEFEKKÜRDE DE REHBERİMİZ

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur (Beyhakî, Şuab, IV, 157)
Bazen Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâbının suallerine, onları tefekkür ettirerek cevap verirdi Ebû Rezin radıyallâhu anh anlatıyor:

Bir gün;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûk?tı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir? diye sordum

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem ;

“–Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı? buyurdular

Ben;
“–Elbette! deyince;

“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir Allah ölüleri de böyle diriltecektir! buyurdular (Ahmed, IV, 11)

Cenâbı Hak; bizleri de Kur’ânı Kerîm’i tezekkür ile tilâvet edebilenlerden, kâinâtı tefekkür ile temâşâ edebilenlerden eylesin
Kalplerimizin tefekkür ve tehassüsüne, Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusundan nasipler lutfeylesin
Âmîn!

1 Peygamberimiz’in üzerinde hutbe okuduğu bir hurma kütüğü vardı İhtiyaç görülüp minber yapılınca, bu hurma direği, firâkından dolayı deve inleyişine benzeyen bir sesle inleyip ağladı Peygamberimiz da yanına vararak okşadı ve bu kütük sükûnet buldu (Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 63627) Hannâne «inleyen» demektir





Yüzakı Dergisi

Yıl: 2019 Ay: Mayıs Sayı: 135

 
858,506Konular
983,079Mesajlar
33,114Kullanıcılar
moleqySon üye
Üst Alt