adanali
FD Üye
- Katılım
- Eki 20, 2019
- Mesajlar
- 2,792
- Etkileşim
- 0
- Puan
- 36
- Yaş
- 36
- Konum
- Adana
- Web sitesi
- bilgilihocam.com
- F-D Coin
- 69
Stand-Up Yapmanın Hükmü Nedir ?
Evvela İslam, lüzumsuz işlerle ilgilenmeyi hoş görmez.
Gördüğümüz kadarıyla insanların gafletini artırmaktan başka bir faydası olmayan profesyonelce sürekli şaka işleriyle uğraşmak, hoş bir meslek değildir. çünkü böyle bir mizah konusu bulmak için de zaman israfı olur. Bu işin takva tarafı.
Ruhsat tarafına gelince, İslam çerçevesi dışına çıkmadan -özellikle bir gelir temin etmek zorunluluğu da varsa- hiç olmazsa, insanların biraz stres atmalarına yardımcı olmak, özellikle ibret verici, düşündürücü, dine teşvik edici, hak-hukuka özendirici şeyler yapılabilir. Eğer bir ekonomik zorunluluğunuz yoksa, ondan uzak durmanızı tavsiye ederiz.
Hz. Peygamber (asv) şaka / latife yaparken belli ölçülere riayet ederdi:
a. Şaka bile olsa sadece doğruyu söylerdi.
b. Şaka da olsa, gereksiz yerde münakaşa etmezdi.
c. İnsanları korkutmazdı.
d. Alay ederek şakalaşmazdı.
Hz. Peygamber (asv) gibi, O'nun engin müsamahasından bir örneği olsa gerek, sahabe de şaka / latife yapardı.
Müslümanın her hareketi, her davranışı, her sözü ölçülü ve ciddiyet yörüngeli olmalıdır, ama ciddiyet ile buz gibi soğuk davranışları da birbirine karıştırmamak gerekir. İslam, mizaha farklı bir bakış açısı getirmiş, latifenin mümincesine işaret etmiş ve hikmet edalı nüktelere cevaz vermiştir. Bir mümin için nükte ve latife, insanları güldürmek, onların hoplayıp zıplamalarını sağlamak ve onlara kahkaha attırmaktan öte manalar taşır; bir yandan hikmet ifade eder, diğer yandan da insanları tefekkür ufkunda dolaştırır.
Gereğinden fazla olan şaka ve latifeler laubaliliğe, çok gülmeye, kalbin kararmasına, zamanı boşa geçirmeye ve bazen de insanları kırmaya sebep olması bakımından sakıncalıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kahkahaya sebep olan, Allah'ı anmaktan alıkoyan ya da insanların onurunu yaralayarak saygı ve vakarı yok eden latifeleri yasaklamıştır. Müslümanlar arasında, “Latife latif (nazik, şirin ve ince) gerek.” anlayışı çok önemli bir düstur olagelmiştir. Ayrıca, latife veya nüktede yalan sözün bulunmaması gerekir. Rasul-u Ekrem Efendimiz (asv),
“Ben latife yaparım ama doğru konuşurum.”
buyurmuş ve latife yaparken dahi sözlerin doğru olması gerektiğini vurgulamıştır.
Evet, Peygamber Efendimiz aleyhi ssalatü vesselam da yer yer latife yapmıştı. Fakat, O'nun latifeleri ciddiyet televvünlü ve aynı zamanda hak ve hakikat yörüngeliydi. O, bir taraftan, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve heybet, diğer taraftan da sevgiyi celbeden bir tevazu ve mahviyet içinde bulunurdu. İnsanları sürekli tebessümle karşılardı. Busiri, Kaside-i Bürde'sinde bu hususa dikkat çekerek,
“Yalnızken Fahr-i Kainat Efendimize mülaki olsan, celaleti hasebiyle O'nu kalabalık asker arasında ve bir ordunun başındaymış gibi ciddi bulurdun.”
dedikten sonra sözlerini mealen şöyle sürdürür:
“Onu ashabına karşı da öyle mütebessim görürdün ki, sadef içinde saklanan incinin o Nebiy-yi zişanın mahall-i kelam ve tebessüm madeninden çıktığını sanırdın.”
Rasul-ü Ekrem Efendimiz (asv) öyleydi; sürekli müjde veriyor olma edasıyla hep mütebessim bir çehresi vardı. Fakat, rivayetlere göre, hayatı boyunca sadece üç defa -kendisine yakışan keyfiyet içinde- gülmüş ve asla gayr-i ciddiliğe geçit vermemişti. Bununla beraber, tebessüm etme, insanlara yumuşak davranma, herkese bağrını açma ve yanında herkesin rahat hareket etmesine imkan verme hususlarında örnek olmuş; gerekirse mehafet ve mehabet halini bile baskı altına alarak insanları rahat ettirme ve onları boğmama esasına işaretlerde bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz (asv)'den öğrendiğimiz ölçülere göre; insan, muhataplarını marifet ufukları zaviyesinden değerlendirmeli ve onların durumuna uygun bir seviye belirleyerek konuşmalıdır; yoksa farkına varmadan onları sıkıştırmış, tazyik etmiş ve bütün bütün hakikatten soğutmuş olma ihtimali vardır.
Evet, kasdi ve iradi olarak laubaliliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Allah Rasulü (asv) , bazı insanların güldüğünü görünce “Cennetten müjde mi aldınız?” deyip onları ikaz buyurmuştur.
Ne var ki, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibariyle, hep mehabet ve mehafet yaşayan talebelerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir sakınca olmasa gerektir.
Mesela; IV. Murad devrinde, Erzurum'da bir Habib Baba varmış. Evliyaullah'tan olduğu söylenen bu zat, hacca gitmeye karar vermiş. O dönemde hacılar dört bir taraftan gelip İstanbul'da toplanır, oradan da kervanlar halinde yola çıkarlarmış. Habib Baba da, İstanbul'a kadar gelmiş ve “Yola çıkmadan evvel bir temizlik yapayım” deyip bir hamama gidivermiş. Olacak ya, o gün Padişahın vezirleri hamamı kiralamış ve kendilerine tahsis etmişler; dolayısıyla da onlardan başka kimse içeri alınmamış. Habib Baba da bu yasağa takılacakmış ki, “Ben şu kurnacıkta yıkanıveririm” diye yalvarıp yakarınca, oranın sahibi bu ihtiyarın haline acımış ve ona bir köşede yıkanması için izin vermiş. çok geçmeden vezirler bütün ihtişam ve debdebeleriyle gelmişler. Bu arada, tebdil-i kıyafet ederek halkın içinde dolaşmayı itiyad edinen IV. Murad da, bu hamama gelmiş ve o da yalvarıp yakarınca bizim Habib Baba'nın yanında yıkanmak şartıyla içeri girmiş. Bir aralık, Habib Baba ona sırtını keselemeyi teklif etmiş ve keselemiş. Sonra sırt keseleme sırası padişaha gelmiş. IV. Murad elindeki keseyi Habib Baba'nın sırtında gezdirirken, “Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış.” deyince, Habib Baba:
“A dostum, öyle bir Padişaha vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına, senin uyuzlu sırtını keseletsin.” deyivermiş...
İşte, bu da bir latife ve bir menkıbedir. Belki de aslı bile olmayan bir menkıbede herhangi bir fasıldır. Fakat, bunun ifade ettiği çok derin bir mana vardır; Zat-ı uluhiyete ubudiyet ve hizmetin, dünyalara bedel olduğunu hikmetamiz bir üslupla vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu çerçevede mizah sayılabilecek latife ve nükteleri anlatmanın bir zararı olmayacağı, hatta bazı hakikatleri açıklamada fayda sağlayacağı da söylenebilir.s
Evvela İslam, lüzumsuz işlerle ilgilenmeyi hoş görmez.
Gördüğümüz kadarıyla insanların gafletini artırmaktan başka bir faydası olmayan profesyonelce sürekli şaka işleriyle uğraşmak, hoş bir meslek değildir. çünkü böyle bir mizah konusu bulmak için de zaman israfı olur. Bu işin takva tarafı.
Ruhsat tarafına gelince, İslam çerçevesi dışına çıkmadan -özellikle bir gelir temin etmek zorunluluğu da varsa- hiç olmazsa, insanların biraz stres atmalarına yardımcı olmak, özellikle ibret verici, düşündürücü, dine teşvik edici, hak-hukuka özendirici şeyler yapılabilir. Eğer bir ekonomik zorunluluğunuz yoksa, ondan uzak durmanızı tavsiye ederiz.
Hz. Peygamber (asv) şaka / latife yaparken belli ölçülere riayet ederdi:
a. Şaka bile olsa sadece doğruyu söylerdi.
b. Şaka da olsa, gereksiz yerde münakaşa etmezdi.
c. İnsanları korkutmazdı.
d. Alay ederek şakalaşmazdı.
Hz. Peygamber (asv) gibi, O'nun engin müsamahasından bir örneği olsa gerek, sahabe de şaka / latife yapardı.
Müslümanın her hareketi, her davranışı, her sözü ölçülü ve ciddiyet yörüngeli olmalıdır, ama ciddiyet ile buz gibi soğuk davranışları da birbirine karıştırmamak gerekir. İslam, mizaha farklı bir bakış açısı getirmiş, latifenin mümincesine işaret etmiş ve hikmet edalı nüktelere cevaz vermiştir. Bir mümin için nükte ve latife, insanları güldürmek, onların hoplayıp zıplamalarını sağlamak ve onlara kahkaha attırmaktan öte manalar taşır; bir yandan hikmet ifade eder, diğer yandan da insanları tefekkür ufkunda dolaştırır.
Gereğinden fazla olan şaka ve latifeler laubaliliğe, çok gülmeye, kalbin kararmasına, zamanı boşa geçirmeye ve bazen de insanları kırmaya sebep olması bakımından sakıncalıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kahkahaya sebep olan, Allah'ı anmaktan alıkoyan ya da insanların onurunu yaralayarak saygı ve vakarı yok eden latifeleri yasaklamıştır. Müslümanlar arasında, “Latife latif (nazik, şirin ve ince) gerek.” anlayışı çok önemli bir düstur olagelmiştir. Ayrıca, latife veya nüktede yalan sözün bulunmaması gerekir. Rasul-u Ekrem Efendimiz (asv),
“Ben latife yaparım ama doğru konuşurum.”
buyurmuş ve latife yaparken dahi sözlerin doğru olması gerektiğini vurgulamıştır.
Evet, Peygamber Efendimiz aleyhi ssalatü vesselam da yer yer latife yapmıştı. Fakat, O'nun latifeleri ciddiyet televvünlü ve aynı zamanda hak ve hakikat yörüngeliydi. O, bir taraftan, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve heybet, diğer taraftan da sevgiyi celbeden bir tevazu ve mahviyet içinde bulunurdu. İnsanları sürekli tebessümle karşılardı. Busiri, Kaside-i Bürde'sinde bu hususa dikkat çekerek,
“Yalnızken Fahr-i Kainat Efendimize mülaki olsan, celaleti hasebiyle O'nu kalabalık asker arasında ve bir ordunun başındaymış gibi ciddi bulurdun.”
dedikten sonra sözlerini mealen şöyle sürdürür:
“Onu ashabına karşı da öyle mütebessim görürdün ki, sadef içinde saklanan incinin o Nebiy-yi zişanın mahall-i kelam ve tebessüm madeninden çıktığını sanırdın.”
Rasul-ü Ekrem Efendimiz (asv) öyleydi; sürekli müjde veriyor olma edasıyla hep mütebessim bir çehresi vardı. Fakat, rivayetlere göre, hayatı boyunca sadece üç defa -kendisine yakışan keyfiyet içinde- gülmüş ve asla gayr-i ciddiliğe geçit vermemişti. Bununla beraber, tebessüm etme, insanlara yumuşak davranma, herkese bağrını açma ve yanında herkesin rahat hareket etmesine imkan verme hususlarında örnek olmuş; gerekirse mehafet ve mehabet halini bile baskı altına alarak insanları rahat ettirme ve onları boğmama esasına işaretlerde bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz (asv)'den öğrendiğimiz ölçülere göre; insan, muhataplarını marifet ufukları zaviyesinden değerlendirmeli ve onların durumuna uygun bir seviye belirleyerek konuşmalıdır; yoksa farkına varmadan onları sıkıştırmış, tazyik etmiş ve bütün bütün hakikatten soğutmuş olma ihtimali vardır.
Evet, kasdi ve iradi olarak laubaliliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Allah Rasulü (asv) , bazı insanların güldüğünü görünce “Cennetten müjde mi aldınız?” deyip onları ikaz buyurmuştur.
Ne var ki, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibariyle, hep mehabet ve mehafet yaşayan talebelerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir sakınca olmasa gerektir.
Mesela; IV. Murad devrinde, Erzurum'da bir Habib Baba varmış. Evliyaullah'tan olduğu söylenen bu zat, hacca gitmeye karar vermiş. O dönemde hacılar dört bir taraftan gelip İstanbul'da toplanır, oradan da kervanlar halinde yola çıkarlarmış. Habib Baba da, İstanbul'a kadar gelmiş ve “Yola çıkmadan evvel bir temizlik yapayım” deyip bir hamama gidivermiş. Olacak ya, o gün Padişahın vezirleri hamamı kiralamış ve kendilerine tahsis etmişler; dolayısıyla da onlardan başka kimse içeri alınmamış. Habib Baba da bu yasağa takılacakmış ki, “Ben şu kurnacıkta yıkanıveririm” diye yalvarıp yakarınca, oranın sahibi bu ihtiyarın haline acımış ve ona bir köşede yıkanması için izin vermiş. çok geçmeden vezirler bütün ihtişam ve debdebeleriyle gelmişler. Bu arada, tebdil-i kıyafet ederek halkın içinde dolaşmayı itiyad edinen IV. Murad da, bu hamama gelmiş ve o da yalvarıp yakarınca bizim Habib Baba'nın yanında yıkanmak şartıyla içeri girmiş. Bir aralık, Habib Baba ona sırtını keselemeyi teklif etmiş ve keselemiş. Sonra sırt keseleme sırası padişaha gelmiş. IV. Murad elindeki keseyi Habib Baba'nın sırtında gezdirirken, “Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış.” deyince, Habib Baba:
“A dostum, öyle bir Padişaha vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına, senin uyuzlu sırtını keseletsin.” deyivermiş...
İşte, bu da bir latife ve bir menkıbedir. Belki de aslı bile olmayan bir menkıbede herhangi bir fasıldır. Fakat, bunun ifade ettiği çok derin bir mana vardır; Zat-ı uluhiyete ubudiyet ve hizmetin, dünyalara bedel olduğunu hikmetamiz bir üslupla vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu çerçevede mizah sayılabilecek latife ve nükteleri anlatmanın bir zararı olmayacağı, hatta bazı hakikatleri açıklamada fayda sağlayacağı da söylenebilir.s