Tarih Boyunca Toplumların Ahiret İnançları?
Tarih boyunca bütün toplumlarda, ahiret inancının izleri, İslami manada olmasa da, kuvvetli veya zayıf bir şekilde görülmektedir.
Dinler tarihiyle alakalı araştırmaların neticeleri de bu gerçeği destekler mahiyettedir. Tarihde dinsiz bir millete rastlanmadığı gibi, Allah'a imandan sonra, ölüm ötesi bir hayata, en azından, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra hayatını sürdürdüğüne dair bir inancı olmayan topluma da rastlanmamıştır[1].
Onbinlerce yıl öncesinden günümüze miras kalan lahidler, cenaze ayini izleri, mezarlara konulan çeşitli eşyalar, öteki dünya inancının izlerini taşımaktadır[2]. Mesela, cilalı taş devri insanları, ölüleriyle beraber toprağa yiyecek, içecek, silah ve süs eşyaları gömüyorlardı[3]. Mezopotamya'da Ur'da M.Ö. 2250 yılından kalma kral mezarlarında mobilyalar, müzik aletleri ve kumar malzemeleri bulunmuştur. Mezarlarda silah, şarap ve yiyecek olduğu gibi, öteki dünyada efendilerine hizmete devam için öldürülmüş askerlerin kalıntılarına da rastlanmıştır[4]. Yine, Babil mezarlarında, çamaşırlar, süs eşyaları, ok başları, hatta, bir kadının çürümüş kemiklerinin yanında, tarak ve parfüm şişeleri, beri tarafta, küçük bir çocuğun yanında ise, oyuncaklar bulunmuştur[5]...
Eski Mısır'da, kuvvetli bir ahiret inancının var olduğu söylenmektedir. Eski Mısırlılar'ın, ölülerini, ceninin anne karnında bulunduğu şekil olan kurfesa halinde yani, çene dizlere değerek oturur vaziyette defnetmeleri, yeniden dirilişe ve yeni bir aleme doğuşa delalet ettiği şeklinde yorumlanmıştır[6].
Bu sahada eser yazan bazı müellifler, Mısır dinlerini diğer dinlerden ayıran en önemli vasfın ebediyet (sonsuzluk) fikrine verdikleri önem ve ölülerine gösterdikleri itina olduğunu söylemişlerdir[7]. Onlara göre gerçek hayat ölümden sonraki hayattı[8]. O dönemlerdeki ahiret inancını ifade eden bilgilerin fazla oluşu, bu görüşleri desteklemektedir. Mesela, Eski Mısır kalıntılarındaki tasvirlerine göre, Oziris'in hakimiyetinde olan bu alem[9], çok çetin hatta firavun için bile pek çok dakik ve zor sualleri aşmadan ebedi saadet alemine göçülemeyeceği zor bir alemdir[10]. Bu alemde iyilikler galip gelirse iyi bir hayatla, kötülükler galip gelirse kötü bir hayatla karşılaşılır. İyilik ve kötülüklerin miktarı mizan ile belirlenir[11].
Eski Mısırlıların ahiret ahvalini anlatan çeşitli kitapları da vardı. Mezar ve türbe duvarlarına yazılmış çeşitli büyü metinlerinden meydana gelmiş bir derleme ve Mısır şiirinin ölümsüz eserlerinden biri sayılan Ölüler Kitabı[12], ahiretle alakalı kıssa ve duaları[13], ruhun ilahi mahkeme huzurunda söylemesi gereken şeyleri[14] ihtiva ediyordu. Hatta yardımcı olması için bu kitap ölüyle beraber gömülürdü[15]. Ehramlar kitabında, kralın öbür dünyadaki kaderi hakkında bir takım formüllerden, Sandukalar kitabında ise, ölüyü öbür dünyada tehdit eden şeylerden korumak gayesini güden ve orada hoş bir hayat sürme imkanını veren formüller vardı[16].
Eski Mısırlılar'da tenasüh inancına da rastlanmaktadır[17]. Bu inanca sahip olanlara göre, kötülükleri galip gelenler hayvan bedenlerine sokularak tekrar dünya hayatına dönerler. Hatta, iyi ruhlar da üç bin yıllık cennet hayatından sonra eski bedenlerine girerek yeni bir imtihan için tekrar dünyaya dönerler[18]. Eski Mısırlılar'ın, cesetleri mumyalayarak çürümemeleri için büyük özen göstermelerinin temelinde de bu inancın yattığı tahmin edilmektedir. Onlara göre ruh, ancak cisim sağ kaldığı müddetce yaşayabilir ve ruhun tekrar bedenine dönmesi de ancak bu sayede gerçekleşebilirdi[19]. Mumyalama, ölülere saygının, onları memnun etmenin bir gereği ve ölümden sonraki hayata inanmanın bir tezahürü olarak da değerlendirilmektedir[20].
Eski Mısırlılar'ın ahiret hayatına verdikleri önemin bir delilinin de, ölüleri için sağlam kabirler, piramitler, yaptırmaları olduğu[21] söylenmişse de, çok eski dönemlerdeki Mısırlılar'ın ölülerini mütevazi mezarlara gömerken, medeniyetlerinin ilerlediği dönemlerde böyle büyük piramitler yapmaları büyüklenme ve böbürlenme arzusunu da hatıra getirmektedir[22].
Eski Mısırlılar'ın ahirete atfettikleri bu önem, bazılarını, tarihte ahirete inanan ilk milletin Eski Mısırlılar olduğu kanaatine götürmüştür. Bu iddiada bulunanların başında tarihçi Heredot[23] gelmektedir. O'nun "Mısırlılar ruhun ebediyetine inanan ilk millettir" sözü bu iddianın çok eskilere dayandığını gösteriyor. Muasır alimlerde de bu iddiaya rastlamak mümkündür[24]. Seyyid Kutub, şu ifadeleriyle bu iddiaya katılmıştır: "Başka hiç bir millette ahiret düşüncesi henüz doğmadan tam bin yıl önce, Mısır’da uhrevi hesaba iman yerleşmişti. Herkesten önce Mısırlılar ahirete inanmış ve bu inancın üzerinden bin yıl geçtikten sonra, bu inanç diğer milletler arasında yayılmıştır"[25].
Kanaatimizce bu görüş çok iddialı ve ihtiyatla karşılanacak bir görüştür. Zira ahiret inancı, eserin mütercimi Ateş'in de dediği gibi, tedrici değildir. Bu inanç, Hz. Adem'le insanlık alemine girmiş ve daha sonraları tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın değişik bölgelerine gönderilen peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezir (cehennem azabından uyaran peygamber) gönderilmiştir" (Fatır, 24) ve "Andolsun, Biz her ümmete Allah'a ibadet etmeleri ve tağuttan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl, 36) ayetleri hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir surette bu gerçeği ifade etmektedir.
Şüphesiz, Eski Mısırlılar'da izlerine bolca rastlanan ölüm ötesi hayat inancı da, peygamberler vasıtasıyla bildirilen ilahi tebliğlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Hz. İbrahim Mısır'a hicret ederek orada bir müddet kalmış, Hz. Yusuf da uzun müddet Mısır'da hükümranlık sürerek bu inancın yerleşmesinde büyük rol oynamışlardır. "Ben (Yusuf a.s) Allah'a inanmayan ve ahireti inkar eden bir kavmin dinini terkettim" (Yusuf, 37) ayeti Hz. Yusuf'un Mısırlılar'a, ahiret inancını tebliğ ettiğinin açık bir delilidir.
Kutub, bu ayetin izahında, sonraları, yukarda zikrettiğimiz fikrinden vazgeçtiğini gösteren şu ifadeleri kullanıyor: "Burada Hz. Yusuf (a.s.)'un sözü olarak ahiretin zikri gösteriyor ki, ahirete iman beşeriyetin başlangıcından beri, bütün peygamberlerin diliyle tebliğ edilen inanç unsurlarından birisidir. Yoksa, mukareneli dinler tarihçilerinin iddia ettikleri gibi, akideye sonradan girmiş değildir. Gerçi putperest cahiliyye akidesine fiilen daha sonra girmiştir ancak, sahih semavi tebliğatlarda ahirete iman, devamlı bir surette asli unsur olmuştur"[26].
Ebu Zehra da bu ayetle alakalı olarak şöyle diyor: "Görülen o ki, Hz. Yusuf'un davetinin sadası Mısırlılar'ın ruhlarında tesirini icra ederek nesiller boyu devam etmiştir"[27].
Dolayısıyla peygamberler vasıtasıyla her tarafa yayılan böyle bir inancı, bir millet veya belli bir coğrafyaya mal etmek doğru değildir. Her ne kadar dört bin yıllık maziye sahib olan Sakkara piramitleri duvarlarındaki Mısır dini metinleri, ölüm ötesi hayatı anlatan en eski eserler[28] sayılmaktaysa da, bu durum Mısırlılar'ın ahiret inancına sahip olan ilk millet olduklarını göstermez. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, tarih öncesi en eski kabilelerde dahi, ölüm ötesi hayata inandıklarına delalet eden belirtiler vardır. Mısırlılar'ın ahirete inanan ilk millet olduğunu söylemek için, onların dünya sahnesine çıkan ilk insanlar olduğunun ve o tarihlerde ahirete inandıklarının ispat edilmesi gerekir. Böyle bir şey ispat edilmediğine göre, bu iddia da boştur. Kanaatimizce İslam alimlerinden bu iddiaya yer verenler, iyice düşünmeden Heredot'un iddiasını nakletmişlerdir.
Yine, bazı araştırmacıların iddia ettikleri Mısırlılar'daki ahiret inancının, hayat şartları ve hayır-şer arasındaki mücadeleden doğduğu iddiası[29] da, vahyin sunduğu gerçeklere iltifat etmeksizin ortaya atılmış zayıf bir iddiadır.
Hint Dinleri'nde ise, en bariz vasıf tenasüh inancıdır. Biruni'nin ifadesiyle, "Nasıl ki, kelime-i şehadet müslümanlığın şiarı, teslis hristiyanlığın, isbat (cumartesi günü, çalışmayı bırakmak) yahudiliğin alameti ise, tenasüh de Hint dinlerinin alametidir. Tenasühe inanmayan onlardan sayılmaz" [30].
Ancak, bu inanç Hintlilerle beraber doğmamıştır. Hintliler de başlangıçta insanın dünyaya bir kere geldiğine, ölümden sonra iyileri cennetin, kötüleri ise Yama'nın hakimiyetindeki, cehennemin beklediğine inanıyorlardı[31]. Daha sonraları, Veda metinleriyle tenasüh inancı Hint dinlerine girmiştir[32]. Tenasüh inancına göre, insan yeniden doğduğunda bir hayvanın bedeninde de dünyaya gelebilir. Ancak bazı hindu fırkalarına göre, ruh ancak kendi nev'ine intikal eder. İnsan ruhu yine bir insan, hayvan ruhu da yine bir hayvan olarak dünyaya gelir[33].
Hint dinlerinde, ruhun maddi alemden kurtularak ebedi nimetlere kavuşması, değişik tabirlerle ifade edilir. Hinduizm'de bunun adı intılak, Caynizm'de necat, Budizm'de ise, nirvanadır[34].
Yeniden dünyaya gelişin, ruhun tekamülünü tamamlayıncaya kadar dünyaya tekrar gelmesinin sebebi olan karma kanunu da, Hint dinleri arasında farklı suretlere bürünmüştür. Caynizm'deki karma, Hinduizm'deki gibi amellerin karşılığını gerçekleştiren itibari bir emir değil, maddi bir varlıktır. Süt su ile nasıl karışırsa, karma da ruhla öyle karışır ve insan nefsini arındırıp, dünyevi rağbetlerden uzaklaşıncaya kadar ondan ayrılmaz, tekrar tekrar dünyaya gelmesine sebep olur[35].
Budizm ise, bir dinden çok felsefi bir düşünce sistemine daha çok benzemektedir. Hatta Buda'nın Allah'a iman fikrinden daha sonraları uzaklaştığı, böylece Allah'la bütünleşme manasında olan nirvananın da, manasını değiştirdiği söylenmektedir. Böylece nirvana, tarihi merhaleler geçirmiştir. Sonraki dönemlerde nirvana, ruhun, nefsi temizleme ve bütün maddi arzuları gemlemek suretiyle, ruhani temizlik merhalelerinin en üstüne çıkması veya insanın ruhunu karma çemberinden kurtarması olarak tarif edilmiştir[36].
Budizm'de kainatın ezeli olduğu, başlangıç ve sonunun olmadığı inancının varlığı[37] düşünülürse, böyle bir inanç sisteminde Allah'ı inkar etmenin kolay olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Eski Mısır ve Hint dinlerini karşılaştırdığımızda, her ikisinde de ruhani bir ahiret inancının var olduğunu, ancak Eski Mısırlılar'ın cesetlerin muhafazasına daha çok itina gösterdiklerini görüyoruz. Tenasüh inancı ise Hint dinlerinde çok şümullü, Eski Mısır'da ise sınırlı, hatta daha çok firavunlar için geçerli idi. Çünkü, firavunları ilah sayan Mısırlılar onların öldüğünü görünce çare olarak, ölenin sadece ceset olduğunu, ruhun ise o firavunun evlat veya ahfadından birinin cesedinde başka bir firavun olarak dünyaya geldiğini iddia etmişlerdir[38].
Hint dinleri, ruhun bekası ve yaptıklarının karşılığını görmesi açısından semavi dinlere benzese de, bu karşılığın dünya hayatında aranmasıyla onlardan ayrılır[39]. Tenasüh inancına sahip Hint dinleri, tabir yerinde ise, ahireti ve ebedi hayatı bu dünyada aramışlardır.
Hint dinlerinde tenasüh inancına zıt gibi görünen cennet ve cehennem inancının da bulunması[40], Hintlilerin ilk dönemlerindeki sahih dinlerinin bir bakiyesi ve uzantısı olarak yorumlanabilir[41].
Eski Mısır'da kuvvetli, Eski Hint'de zayıf bir şekilde görülen cennet ve cehennem inancının Çin'e doğru çıkıldıkça etkisini kaybederek silinmeye yüz tuttuğu, Eski Çinlilerin ruhların bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada aileleriyle beraber kaldıkları, bu yüzden, onların atalarının ruhlarına tapıp, onlara kurban sundukları[42] söylense de, kanaatimizce, bu durumu çok geniş olan bu coğrafyanın tamamına teşmil etmemek daha doğru olur. Çünkü, zikri geçen, Fatır, 24. ayette ifade edildiği gibi, her kavme mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. O halde böylesine geniş bir coğrafyada ve sayıca kalabalık olan bir millette ahiret, cennet ve cehennem inancının hiç bulunmadığı düşünülemez. Hem, bir şeyin henüz tesbit edilmemesi, olmadığına delalet etmez. Nitekim tarih öncesi Tibetlilere ait Ölüm Kitabı'nda ruhun fiziki ölümünden sonra geçirdiği merhaleler ve bu merhalelere uğrayacak olan ölünün yapması gerekenler uzun uzadıya anlatılmaktadır[43].
Konfüçyüs'ün de, ahiretle meşgul olmayıp bütün himmetini bu dünya hayatına sarfettiği söylenmekte, "Biz canlılara hizmet edemiyoruz, ölülülere nasıl hizmet edelim, hayatı bilmiyoruz, ölümü nereden bilelim" sözü ona atfedilmektedir[44]. Yine ondan nakledildiğine göre, "Öldükten sonra hayat olup olmadığını araştırmamak daha iyidir. Çünkü, ölen yakınların yaşadıkları bilinse, onları seven evlatları canlarını kıymaya kalkar. Yaşamadıkları bilinse, bu kez de bazı nankör evlatlar onlara saygıda kusur ederler (!)"[45]
Şintoizm'de de, ölülerin ruhlarına tapma adeti vardır. Kami adı verilen bu ruhlar tanrılaştırılır ve her şeyi onların idare ettiğine inanılır[46].
Eski İran dinlerinde de, cennet, cehennem, hesap ve mizan, iyi ruhları kötü ruhlardan ayıran köprü (Sinvat) inancı vardı[47]. Zerdüştlüğün ilahi kitabı olan Avesta'da bedenlerin diriltilmesi hayati bir yer işgal eder[48]. Zerdüşt'ün tebliğatına göre, "Alemin sonunda ölüler kalkacak, her mahluk yaptığının karşılığını görecek, zulmet meleği etbaıyla beraber zulmet mahalline, nur meleğiyse etbaıyla beraber nur alemine, ebediyyen kendilerine hiç bir şer dokunmayan saadete ulaşacaklardır"[49]. Bütün bunlar, sahih bir dinin iz ve sızıntıları mesabesindedir[50].
Burada, Akkad'ın "Her halde Farslılar, alemin akibetine dair Hind akidesiyle, ruhun muhasebesi ve mücazat mevkıfında amellerin tartılmasına dair Mısır akidesini cem etmişlerdir"[51] sözüyle ifade ettiği, Farslılar ahiret alemine dair inançlarında Mısır ve Hintliler'in etkisinde kalmışlardır görüşü zayıf bir görüştür. Çünkü, bu dinlerdeki bir takım benzerliklerden hareketle meseleyi sadece etki ve etkilenme şeklinde ele almak, İslami açıdan doğru bir yaklaşım değildir. İslam tasavvuruna göre böyle bir benzerlik, Allah'ın bütün bu milletlere peygamberler göndererek, aynı hakikatları tebliğ etmesinden kaynaklanmaktadır. Daha sonraları, peygamberlerin tebliğ ettikleri bu hakikatler bazı tahrifata uğrayarak, farklılıklar ortaya çıkmıştır[52].
Diğer pek çok dinlerin aksine, Farslılar'ın inanç sisteminde ahiret, tasvir ve keyfiyetlerde farklılıklar olsa da, bütün mezheplerce benimsenmiş sabit bir inançtıır[53].
Sabiiler'de de kıyamet ve ahiret inancı vardı. Buna göre, ahir zamanda bir melek semayı dürecek, güneş ve ay yok olacak, yıldızların ışığı kaybolacaktır[54]. İyi ruhlar sür'atle engelleri aşarak, Abatur terazisinde tartıldıktan sonra ışık alemine yükseleceklerdir. Kötü ruhlar ise, çeşitli engellere takılıp, eza ve cefa gördükten, Suf denizinde günahları miktarınca kaldıktan sonra ışık alemine alınacaklardır. İlahi öğretiye tamamiyle muhalif olanlar ise, ışık alemine hiç bir zaman yükselemeyeceklerdir[55]. Sabiiler'in hacim bakımından en büyük kitapları olan Ginza'nın ikinci ana kısmı olan Sol Ginza'da sadece ruh ve ruhun kurtuluşu ve ışık alemine yükselişi (eskatoloji) konuları ele alınmıştır[56]. Sabiiler'in Harraniyye (Harnaniyye) kısmında ise, tenasüh görüşü hakimdir[57]
Eski Mezopotamyalılar (Sümer, Asur, Babil) da, ahirette dünyada yapılan amellerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı[58].
Hititliler'in ölüleri yakma ve mezarlarına az da olsa hediye koymaları, onların da kendilerine has bir ahiret inancı olduğu kanaatini vermektedir[59].
Eski Altay Türklerine göre, dünyanın sonunda Tanrı Ülgen ile oğlu savaşacak, sonunda Ülgen galip gelecek, yer yüzünde tek başına kalacak, daha sonra bütün ölüleri dirilterek haşri başlatacaktır[60].
Yunan mitolojisinde ruhun ölümsüzlüğünün önemli bir yeri vardı[61]. Ancak Eski, Yunanlılar'ın ölümden sonraki hayat hakkındaki değerlendirmeleri karamsardı. Ölülerin yer altında Hades[62] adlı tozlu, soğuk bir yerde toplandıklarına inanırlardı. Hatta, hristiyan kilisesinin gayretlerine rağmen, günümüz Yunan köylülerinde de, yer altında, alaca karanlıklı, ebedi bir yere dair bu inanç, tesirini icra etmektedir[63]. Bu karamsarlığın yanında, ölümden sonra iyilerin gittikleri ve yeryüzünde olduğuna inanılan Elysium'un mutlak bir mutluluk ve sürekli bir bahar ülkesi olduğuna da inanıyorlardı[64].
Eski Romalılar, ölülerin ruhlarını öteki dünyaya taşıyan Şaron adında bir şahsa inanıyorlardı. Şaron ücret mukabilinde iş gördüğü için, ölünün ağzına bir miktar para tutuşturulurdu. Cenaze taşınırken, önden ölenin ve atalarının resimleri götürülür, merasim bittikten sonra kahinler orada bulunan herkese su serper ve geri çevirirlerdi[65].
Eski Amerikan dinlerinde de ölüm ötesi bir hayata inanma önemli bir yer işgal ediyordu. Aztekler'e göre, insanların ölümden sonraki halleri, ölüm şekillerine bağlıydı. İnkalar'da ölülerini mumyalama adeti vardı[66].
Kızılderili kabilelerinin çoğu ölülerin ruhlarının dünya ile etkileşim biçimine sahip bir başka boyutta yaşadığına inanır. Hatta bazı kültürlerde olduğu gibi, kızılderililerde de hayvanların fiziki ölümün ötesine geçerek hayatlarını devam ettirdikleri inancı vardı[67].
Avustralya yerlileri olan aborcinler'in inanç sistemleri arasında, güçlü bir ölüm ötesi hayat inancı vardır. Avustralya'nın kuzey bölgesindeki görkemli kayalıklara işlenmiş olan kaya sanatları, ölümün son olmadığını ifade etmektedir[68].
Buraya kadar, dünyanın birbirinden uzak, farklı bölgelerinde hüküm sürmüş çeşitli dinlerden verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor ki, ölüm ötesi bir hayata inanma, hemen hemen bütün insanlığın paylaştığı ortak bir inanç olmuştur. İnsanoğlu ölümü son olarak görmemiş, ölümle her şeyin bitmediğine inanmıştır.
Bir kısım dinlerde, tasviratta büyük farklılıklar olsa da, Kur'an'da bildirilen kıyamet, amellerden hesaba çekilme, mizan, sırat, cennet, cehennem gibi hakikatlere rastlıyoruz. Bu alemin devamlı olduğuna inanılan Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde ise, ebedi ahiret hayatı bu dünyada aranmıştır. Ahiret inancının olmadığı söylenen Eski Çin ve Japon dinlerinde ise, en azından ruhun[69] ölmediği ve hayatiyetini sürdürdüğü inancı vardır.
Ölüm ötesi hayat inancına dair bütün bu inançlar o milletlerin bütün çağlarını kapsamayabilir. Araştırmalar sonucu tesbit edilen hususlar, tarihlerinin herhangi bir döneminde sahip oldukları inançlarının bir izi de olabilir. Ancak ölüm ötesi bir hayat arayışının, en azından ruhun ölümden sonra da hayatiyetini devam ettirdiği inancının, bütün milletlerin bütün devirlerinde ortak nokta olduğunu söyleyebiliriz.
Bu inancın, kuvvetli veya zayıf bir surette, her dinde izlerinin görülmesi, insanlığın hiç bir devirde rehbersiz bırakılmayarak, her kavme peygamber gönderildiğini gösterdiği gibi, farklı şekillere bürünmesi ise, bu peygamberlerin bildirdiği gerçeklerin zamanla tahrif edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ahiret inancının çeşitli dinlere göre çok farklılık arzetmesinin bir sebebi de, insanların, görmedikleri bir alem hakkında, hayali tasavvurlarda bulunmaları ve o alemdeki varlık ve hadiseleri dünyadakilere benzetip, yanlış kıyaslarda bulunmalarıdır.
Bu inancın canlılığını devam ettirmesinde, insan fıtratındaki ebedi yaşama arzusunun rolü de büyüktür. İnsanoğlu ölümsüz bir hayatı her zaman aramış, İslam'ın bildirdiği gerçek ahiret hayatını duyup öğrenmese de, efsanevi bile olsa, ölüm ötesi bir hayata inanma ihtiyacı duymuş ve inanmıştır.
[1]. Hançerlioğlu, s. 26.
[2]. Raymond A. Moody Jr. Ölümden Sonra Hayat, çev. Gönül Suveren, 2. bsk. İnkılap ve Aka yay., İstanbul, 1983, s. 21; M. Ali Ayni. Hayat Nedir, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1945, s. 61.
[3]. James Thayer Addison, La Vie Après La Mort Dans Les Croyances de L'humanite, Paris, 1936, s. 26.
[4]. Jenny Randles-Peter Hough, Öteki Dünya, çev. M. Harmancı, Say yay., İstanbul, 1994, s. 15-16.
[5]. Addison, s. 27.
[6]. Ferecullah Abdulbari Ebu Ataillah. el-Yevmu'l-Ahir beyne'l-Yehudiyyeti ve'l-Mesihiyyeti ve'l-İslam, 2. bsk., Daru'l-Vefa, el- Mansuriyye, 1992, s. 30-31.
[7]. Ebu Ataillah, s. 29-30.
[8]. R. Emmanuel, Hint Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1995, s. 23
[9]. Addison, s. 74; R. Emmanuel, s. 26
[10]. Addison, s. 31.
[11]. Seyyid Kutub. Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, çev., S. Ateş, 2.bsk., Ankara, tsz., s. 21-22.
[12]. Addison, s. 74, 115; Talat Sait Halman. Eski Mısır'dan Şiirler, 2. bsk., İstanbul, 1995, s. 52.
[13]. A.g.e, s. 25.
[14]. Muhammed Ebu Zehra, ed-Diyanatu'l-Kadime, Daru'l-Fikri'l-Arabi, Kuveyt, tsz., s.16.
[15]. Randles-Hough, s. 15.
[16]. Challege Felicien. Dinler Tarihi, çev., S. Tiryakioğlu (baskı yeri ve tarihi yok) s. 32.
[17]. Abdulaziz es-Sealibi. Muhadarat fi Tarihi'l-Mezahibi ve'l-Edyan, Beyrut, 1985, s. 55.
[18]. Hançerlioğlu, s. 45-73.
[19]. Ebu Zehra, s.17.
[20]. Haluk Hacaloğlu, Hayat, Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96
[21]. Muhammed Ahmed Abdulkadir. Akidetu'l-Ba's ve'l-Ahire fi'l-Fikri'l-İslami, Daru'l-Ma'rifeti'l-Camiiyye, İskenderiyye,1986 s. 29.
[22]. Ebu Ataillah, s. 31.
[23]. Heredot M.Ö. V. yy'da Mısır'ı gezmiştir (Halman, s. 30).
[24]. Bkz. Ebu Ataillah, s. 33.
[25]. Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 27.
[26]. Kutub, fi Zılali'l-Kur'an, Daru'ş-Şuruk, Beyrut, 1980, IV, 1988,
Kutub'un bu ifadeleri, onun bu mevzudaki daha önceki fikrinden vazgeçtiğini gösteriyor. Çünkü, bu ifadelerin yer aldığı fi Zılali'l-Kur'an adlı tefsiri, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri adı altında Türkçeye çevrilen Meşahidu'l-Kıyame fi'l-Kur'an adlı eserinden dört yıl sonra kaleme alınmaya başlanıp, uzun yıllar boyunca devam etmiştir (bkz. Salah Abdulfettah el-Halidi, Seyyid Kutub mine'l-Milad ile'l-İstişhad, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, s. 533, 544).
[27]. Ebu Zehra, s. 8.
[28]. Randles-Hough, s. 13.
[29]. Ebu Ataillah, s. 32.
[30]. A.g.e, s. 41 ( Ebu'r-Reyhan b. Ahmed el-Biruni, Tahkiku ma li'l-Hind . 1983, s.39'dan naklen).
[31]. Randles-Hough, s. 19; Addison, s. 248.
[32]. Cevheri, X, 2. cüz, s. 25.
[33]. Ahmed Çelebi. Edyanu Hindi'l-Kübra, Mektebetu'n-Nahda, Kahire, 1976, 4. bsk., s.178.
[34]. A.g.e. s.117.
[35]. A.g.e. s.116.
[36]. A.g.e. s.161.
[37]. A.g.e. s.165.
[38]. Abdulfettah el-Favi. Akidetu'l-Mead beyne'd-Din ve'l-Felsefe, Daru'l-Urube, Kuveyt, s. 42.
[39]. Çelebi, Edyanu Hindi'l-Kübra, s. 64.
[40]. Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak yay., Ankara, 1988 s. 240; Randles-Hough, s. 21; Ebu Ataillah, s. 44.
[41]. Ebu Ataillah, s. 45.
[42]. Ebu Zehra, s. 90.
[43]. Bkz. Kazi Dawa Samdup, Tibet'in Ölüler Kitabı, çev. Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul; keza bkz., A. Moody, s.123, 124, 126.
[44]. Ebu Zehra, s. 90-91.
[45]. Felicien, s.83.
[46]. A.g.e., s. 91.
[47]. Addison, s. 155-156, 226; Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 28-29; Ekrem Sarıkçıoğlu. Dinler Tarihi, Bayrak yay, 1983 s. 113; Tümer- Küçük, s. 240-241.
[48]. Addison, s. 155.
[49]. Sealibi, s. 66.
[50]. Ebu Ataillah, s. 47-48.
[51]. A.g.e., s. 46 (el-Akkad. Allah, Kitabun fi Neş'eti'l-Akideti'l-İslamiyye, s. 88'den naklen ).
[52]. A.g.e., s. 46.
[53]. Favi, s. 50.
[54]. Sarıkçıoğlu, s. 118.
[55]. Bkz. Şinasi Gündüz, Sabiiler Son Gnostikler, Vadi yay. Ankara, 1995, s. 130-137.
[56]. Gündüz, s. 55.
[57]. Muhammed ed-Dibaci, "es-Sabietu men hum ve ma hiye Cüzuruhum", el-Arabi, sayı: 398, s.186. Kur'an'da zikri geçen sabiilerin ise, Mindaiyye kolu olduğu ifade edilmektedir (a.y).
[58]. Sarıkçıoğlu, s. 33.
[59]. A.g.e, s. 56.
[60]. A.g.e, s. 98.
[61]. Bkz. Addison, s. 125.
[62]. Eski Yunanlılar'da bu yere Şanzelize'de denmektedir.Ölülerin yer altında kaldıkları yere dair bu inanç, pek çok millette görülmektedir. Babillilerdeki, Aralu, Yahudilerdeki Şeol, Romalılar'da Tartar, Mısırlılar'da Amenti bunun birer örneğidir (bkz. Addison, s. 71-72; Hacaloğlu, s. 74)
[63]. Addison, s. 73.
[64]. Addison, s. 81-82; Randles- Hough, s. 17.
[65]. Sealibi, s. 98.
[66]. Sarıkçıoğlu, s.102.
[67]. Randles- Hough, s. 29, 37.
[68]. Randles- Hough, s. 27-28.
[69]. Genel olarak bütün insanlık, ruhun gözle görülüp, elle tutulmayan, rüzgar veya buhar gibi bir varlık olduğuna inanmıştır (bkz. Addison, s. 12).
Tarih boyunca bütün toplumlarda, ahiret inancının izleri, İslami manada olmasa da, kuvvetli veya zayıf bir şekilde görülmektedir.
Dinler tarihiyle alakalı araştırmaların neticeleri de bu gerçeği destekler mahiyettedir. Tarihde dinsiz bir millete rastlanmadığı gibi, Allah'a imandan sonra, ölüm ötesi bir hayata, en azından, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra hayatını sürdürdüğüne dair bir inancı olmayan topluma da rastlanmamıştır[1].
Onbinlerce yıl öncesinden günümüze miras kalan lahidler, cenaze ayini izleri, mezarlara konulan çeşitli eşyalar, öteki dünya inancının izlerini taşımaktadır[2]. Mesela, cilalı taş devri insanları, ölüleriyle beraber toprağa yiyecek, içecek, silah ve süs eşyaları gömüyorlardı[3]. Mezopotamya'da Ur'da M.Ö. 2250 yılından kalma kral mezarlarında mobilyalar, müzik aletleri ve kumar malzemeleri bulunmuştur. Mezarlarda silah, şarap ve yiyecek olduğu gibi, öteki dünyada efendilerine hizmete devam için öldürülmüş askerlerin kalıntılarına da rastlanmıştır[4]. Yine, Babil mezarlarında, çamaşırlar, süs eşyaları, ok başları, hatta, bir kadının çürümüş kemiklerinin yanında, tarak ve parfüm şişeleri, beri tarafta, küçük bir çocuğun yanında ise, oyuncaklar bulunmuştur[5]...
Eski Mısır'da, kuvvetli bir ahiret inancının var olduğu söylenmektedir. Eski Mısırlılar'ın, ölülerini, ceninin anne karnında bulunduğu şekil olan kurfesa halinde yani, çene dizlere değerek oturur vaziyette defnetmeleri, yeniden dirilişe ve yeni bir aleme doğuşa delalet ettiği şeklinde yorumlanmıştır[6].
Bu sahada eser yazan bazı müellifler, Mısır dinlerini diğer dinlerden ayıran en önemli vasfın ebediyet (sonsuzluk) fikrine verdikleri önem ve ölülerine gösterdikleri itina olduğunu söylemişlerdir[7]. Onlara göre gerçek hayat ölümden sonraki hayattı[8]. O dönemlerdeki ahiret inancını ifade eden bilgilerin fazla oluşu, bu görüşleri desteklemektedir. Mesela, Eski Mısır kalıntılarındaki tasvirlerine göre, Oziris'in hakimiyetinde olan bu alem[9], çok çetin hatta firavun için bile pek çok dakik ve zor sualleri aşmadan ebedi saadet alemine göçülemeyeceği zor bir alemdir[10]. Bu alemde iyilikler galip gelirse iyi bir hayatla, kötülükler galip gelirse kötü bir hayatla karşılaşılır. İyilik ve kötülüklerin miktarı mizan ile belirlenir[11].
Eski Mısırlıların ahiret ahvalini anlatan çeşitli kitapları da vardı. Mezar ve türbe duvarlarına yazılmış çeşitli büyü metinlerinden meydana gelmiş bir derleme ve Mısır şiirinin ölümsüz eserlerinden biri sayılan Ölüler Kitabı[12], ahiretle alakalı kıssa ve duaları[13], ruhun ilahi mahkeme huzurunda söylemesi gereken şeyleri[14] ihtiva ediyordu. Hatta yardımcı olması için bu kitap ölüyle beraber gömülürdü[15]. Ehramlar kitabında, kralın öbür dünyadaki kaderi hakkında bir takım formüllerden, Sandukalar kitabında ise, ölüyü öbür dünyada tehdit eden şeylerden korumak gayesini güden ve orada hoş bir hayat sürme imkanını veren formüller vardı[16].
Eski Mısırlılar'da tenasüh inancına da rastlanmaktadır[17]. Bu inanca sahip olanlara göre, kötülükleri galip gelenler hayvan bedenlerine sokularak tekrar dünya hayatına dönerler. Hatta, iyi ruhlar da üç bin yıllık cennet hayatından sonra eski bedenlerine girerek yeni bir imtihan için tekrar dünyaya dönerler[18]. Eski Mısırlılar'ın, cesetleri mumyalayarak çürümemeleri için büyük özen göstermelerinin temelinde de bu inancın yattığı tahmin edilmektedir. Onlara göre ruh, ancak cisim sağ kaldığı müddetce yaşayabilir ve ruhun tekrar bedenine dönmesi de ancak bu sayede gerçekleşebilirdi[19]. Mumyalama, ölülere saygının, onları memnun etmenin bir gereği ve ölümden sonraki hayata inanmanın bir tezahürü olarak da değerlendirilmektedir[20].
Eski Mısırlılar'ın ahiret hayatına verdikleri önemin bir delilinin de, ölüleri için sağlam kabirler, piramitler, yaptırmaları olduğu[21] söylenmişse de, çok eski dönemlerdeki Mısırlılar'ın ölülerini mütevazi mezarlara gömerken, medeniyetlerinin ilerlediği dönemlerde böyle büyük piramitler yapmaları büyüklenme ve böbürlenme arzusunu da hatıra getirmektedir[22].
Eski Mısırlılar'ın ahirete atfettikleri bu önem, bazılarını, tarihte ahirete inanan ilk milletin Eski Mısırlılar olduğu kanaatine götürmüştür. Bu iddiada bulunanların başında tarihçi Heredot[23] gelmektedir. O'nun "Mısırlılar ruhun ebediyetine inanan ilk millettir" sözü bu iddianın çok eskilere dayandığını gösteriyor. Muasır alimlerde de bu iddiaya rastlamak mümkündür[24]. Seyyid Kutub, şu ifadeleriyle bu iddiaya katılmıştır: "Başka hiç bir millette ahiret düşüncesi henüz doğmadan tam bin yıl önce, Mısır’da uhrevi hesaba iman yerleşmişti. Herkesten önce Mısırlılar ahirete inanmış ve bu inancın üzerinden bin yıl geçtikten sonra, bu inanç diğer milletler arasında yayılmıştır"[25].
Kanaatimizce bu görüş çok iddialı ve ihtiyatla karşılanacak bir görüştür. Zira ahiret inancı, eserin mütercimi Ateş'in de dediği gibi, tedrici değildir. Bu inanç, Hz. Adem'le insanlık alemine girmiş ve daha sonraları tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın değişik bölgelerine gönderilen peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmiştir. "Her ümmete mutlaka bir nezir (cehennem azabından uyaran peygamber) gönderilmiştir" (Fatır, 24) ve "Andolsun, Biz her ümmete Allah'a ibadet etmeleri ve tağuttan sakınmaları için peygamberler gönderdik" (Nahl, 36) ayetleri hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir surette bu gerçeği ifade etmektedir.
Şüphesiz, Eski Mısırlılar'da izlerine bolca rastlanan ölüm ötesi hayat inancı da, peygamberler vasıtasıyla bildirilen ilahi tebliğlerden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Hz. İbrahim Mısır'a hicret ederek orada bir müddet kalmış, Hz. Yusuf da uzun müddet Mısır'da hükümranlık sürerek bu inancın yerleşmesinde büyük rol oynamışlardır. "Ben (Yusuf a.s) Allah'a inanmayan ve ahireti inkar eden bir kavmin dinini terkettim" (Yusuf, 37) ayeti Hz. Yusuf'un Mısırlılar'a, ahiret inancını tebliğ ettiğinin açık bir delilidir.
Kutub, bu ayetin izahında, sonraları, yukarda zikrettiğimiz fikrinden vazgeçtiğini gösteren şu ifadeleri kullanıyor: "Burada Hz. Yusuf (a.s.)'un sözü olarak ahiretin zikri gösteriyor ki, ahirete iman beşeriyetin başlangıcından beri, bütün peygamberlerin diliyle tebliğ edilen inanç unsurlarından birisidir. Yoksa, mukareneli dinler tarihçilerinin iddia ettikleri gibi, akideye sonradan girmiş değildir. Gerçi putperest cahiliyye akidesine fiilen daha sonra girmiştir ancak, sahih semavi tebliğatlarda ahirete iman, devamlı bir surette asli unsur olmuştur"[26].
Ebu Zehra da bu ayetle alakalı olarak şöyle diyor: "Görülen o ki, Hz. Yusuf'un davetinin sadası Mısırlılar'ın ruhlarında tesirini icra ederek nesiller boyu devam etmiştir"[27].
Dolayısıyla peygamberler vasıtasıyla her tarafa yayılan böyle bir inancı, bir millet veya belli bir coğrafyaya mal etmek doğru değildir. Her ne kadar dört bin yıllık maziye sahib olan Sakkara piramitleri duvarlarındaki Mısır dini metinleri, ölüm ötesi hayatı anlatan en eski eserler[28] sayılmaktaysa da, bu durum Mısırlılar'ın ahiret inancına sahip olan ilk millet olduklarını göstermez. Çünkü daha önce de bahsettiğimiz gibi, tarih öncesi en eski kabilelerde dahi, ölüm ötesi hayata inandıklarına delalet eden belirtiler vardır. Mısırlılar'ın ahirete inanan ilk millet olduğunu söylemek için, onların dünya sahnesine çıkan ilk insanlar olduğunun ve o tarihlerde ahirete inandıklarının ispat edilmesi gerekir. Böyle bir şey ispat edilmediğine göre, bu iddia da boştur. Kanaatimizce İslam alimlerinden bu iddiaya yer verenler, iyice düşünmeden Heredot'un iddiasını nakletmişlerdir.
Yine, bazı araştırmacıların iddia ettikleri Mısırlılar'daki ahiret inancının, hayat şartları ve hayır-şer arasındaki mücadeleden doğduğu iddiası[29] da, vahyin sunduğu gerçeklere iltifat etmeksizin ortaya atılmış zayıf bir iddiadır.
Hint Dinleri'nde ise, en bariz vasıf tenasüh inancıdır. Biruni'nin ifadesiyle, "Nasıl ki, kelime-i şehadet müslümanlığın şiarı, teslis hristiyanlığın, isbat (cumartesi günü, çalışmayı bırakmak) yahudiliğin alameti ise, tenasüh de Hint dinlerinin alametidir. Tenasühe inanmayan onlardan sayılmaz" [30].
Ancak, bu inanç Hintlilerle beraber doğmamıştır. Hintliler de başlangıçta insanın dünyaya bir kere geldiğine, ölümden sonra iyileri cennetin, kötüleri ise Yama'nın hakimiyetindeki, cehennemin beklediğine inanıyorlardı[31]. Daha sonraları, Veda metinleriyle tenasüh inancı Hint dinlerine girmiştir[32]. Tenasüh inancına göre, insan yeniden doğduğunda bir hayvanın bedeninde de dünyaya gelebilir. Ancak bazı hindu fırkalarına göre, ruh ancak kendi nev'ine intikal eder. İnsan ruhu yine bir insan, hayvan ruhu da yine bir hayvan olarak dünyaya gelir[33].
Hint dinlerinde, ruhun maddi alemden kurtularak ebedi nimetlere kavuşması, değişik tabirlerle ifade edilir. Hinduizm'de bunun adı intılak, Caynizm'de necat, Budizm'de ise, nirvanadır[34].
Yeniden dünyaya gelişin, ruhun tekamülünü tamamlayıncaya kadar dünyaya tekrar gelmesinin sebebi olan karma kanunu da, Hint dinleri arasında farklı suretlere bürünmüştür. Caynizm'deki karma, Hinduizm'deki gibi amellerin karşılığını gerçekleştiren itibari bir emir değil, maddi bir varlıktır. Süt su ile nasıl karışırsa, karma da ruhla öyle karışır ve insan nefsini arındırıp, dünyevi rağbetlerden uzaklaşıncaya kadar ondan ayrılmaz, tekrar tekrar dünyaya gelmesine sebep olur[35].
Budizm ise, bir dinden çok felsefi bir düşünce sistemine daha çok benzemektedir. Hatta Buda'nın Allah'a iman fikrinden daha sonraları uzaklaştığı, böylece Allah'la bütünleşme manasında olan nirvananın da, manasını değiştirdiği söylenmektedir. Böylece nirvana, tarihi merhaleler geçirmiştir. Sonraki dönemlerde nirvana, ruhun, nefsi temizleme ve bütün maddi arzuları gemlemek suretiyle, ruhani temizlik merhalelerinin en üstüne çıkması veya insanın ruhunu karma çemberinden kurtarması olarak tarif edilmiştir[36].
Budizm'de kainatın ezeli olduğu, başlangıç ve sonunun olmadığı inancının varlığı[37] düşünülürse, böyle bir inanç sisteminde Allah'ı inkar etmenin kolay olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Eski Mısır ve Hint dinlerini karşılaştırdığımızda, her ikisinde de ruhani bir ahiret inancının var olduğunu, ancak Eski Mısırlılar'ın cesetlerin muhafazasına daha çok itina gösterdiklerini görüyoruz. Tenasüh inancı ise Hint dinlerinde çok şümullü, Eski Mısır'da ise sınırlı, hatta daha çok firavunlar için geçerli idi. Çünkü, firavunları ilah sayan Mısırlılar onların öldüğünü görünce çare olarak, ölenin sadece ceset olduğunu, ruhun ise o firavunun evlat veya ahfadından birinin cesedinde başka bir firavun olarak dünyaya geldiğini iddia etmişlerdir[38].
Hint dinleri, ruhun bekası ve yaptıklarının karşılığını görmesi açısından semavi dinlere benzese de, bu karşılığın dünya hayatında aranmasıyla onlardan ayrılır[39]. Tenasüh inancına sahip Hint dinleri, tabir yerinde ise, ahireti ve ebedi hayatı bu dünyada aramışlardır.
Hint dinlerinde tenasüh inancına zıt gibi görünen cennet ve cehennem inancının da bulunması[40], Hintlilerin ilk dönemlerindeki sahih dinlerinin bir bakiyesi ve uzantısı olarak yorumlanabilir[41].
Eski Mısır'da kuvvetli, Eski Hint'de zayıf bir şekilde görülen cennet ve cehennem inancının Çin'e doğru çıkıldıkça etkisini kaybederek silinmeye yüz tuttuğu, Eski Çinlilerin ruhların bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada aileleriyle beraber kaldıkları, bu yüzden, onların atalarının ruhlarına tapıp, onlara kurban sundukları[42] söylense de, kanaatimizce, bu durumu çok geniş olan bu coğrafyanın tamamına teşmil etmemek daha doğru olur. Çünkü, zikri geçen, Fatır, 24. ayette ifade edildiği gibi, her kavme mutlaka bir peygamber gönderilmiştir. O halde böylesine geniş bir coğrafyada ve sayıca kalabalık olan bir millette ahiret, cennet ve cehennem inancının hiç bulunmadığı düşünülemez. Hem, bir şeyin henüz tesbit edilmemesi, olmadığına delalet etmez. Nitekim tarih öncesi Tibetlilere ait Ölüm Kitabı'nda ruhun fiziki ölümünden sonra geçirdiği merhaleler ve bu merhalelere uğrayacak olan ölünün yapması gerekenler uzun uzadıya anlatılmaktadır[43].
Konfüçyüs'ün de, ahiretle meşgul olmayıp bütün himmetini bu dünya hayatına sarfettiği söylenmekte, "Biz canlılara hizmet edemiyoruz, ölülülere nasıl hizmet edelim, hayatı bilmiyoruz, ölümü nereden bilelim" sözü ona atfedilmektedir[44]. Yine ondan nakledildiğine göre, "Öldükten sonra hayat olup olmadığını araştırmamak daha iyidir. Çünkü, ölen yakınların yaşadıkları bilinse, onları seven evlatları canlarını kıymaya kalkar. Yaşamadıkları bilinse, bu kez de bazı nankör evlatlar onlara saygıda kusur ederler (!)"[45]
Şintoizm'de de, ölülerin ruhlarına tapma adeti vardır. Kami adı verilen bu ruhlar tanrılaştırılır ve her şeyi onların idare ettiğine inanılır[46].
Eski İran dinlerinde de, cennet, cehennem, hesap ve mizan, iyi ruhları kötü ruhlardan ayıran köprü (Sinvat) inancı vardı[47]. Zerdüştlüğün ilahi kitabı olan Avesta'da bedenlerin diriltilmesi hayati bir yer işgal eder[48]. Zerdüşt'ün tebliğatına göre, "Alemin sonunda ölüler kalkacak, her mahluk yaptığının karşılığını görecek, zulmet meleği etbaıyla beraber zulmet mahalline, nur meleğiyse etbaıyla beraber nur alemine, ebediyyen kendilerine hiç bir şer dokunmayan saadete ulaşacaklardır"[49]. Bütün bunlar, sahih bir dinin iz ve sızıntıları mesabesindedir[50].
Burada, Akkad'ın "Her halde Farslılar, alemin akibetine dair Hind akidesiyle, ruhun muhasebesi ve mücazat mevkıfında amellerin tartılmasına dair Mısır akidesini cem etmişlerdir"[51] sözüyle ifade ettiği, Farslılar ahiret alemine dair inançlarında Mısır ve Hintliler'in etkisinde kalmışlardır görüşü zayıf bir görüştür. Çünkü, bu dinlerdeki bir takım benzerliklerden hareketle meseleyi sadece etki ve etkilenme şeklinde ele almak, İslami açıdan doğru bir yaklaşım değildir. İslam tasavvuruna göre böyle bir benzerlik, Allah'ın bütün bu milletlere peygamberler göndererek, aynı hakikatları tebliğ etmesinden kaynaklanmaktadır. Daha sonraları, peygamberlerin tebliğ ettikleri bu hakikatler bazı tahrifata uğrayarak, farklılıklar ortaya çıkmıştır[52].
Diğer pek çok dinlerin aksine, Farslılar'ın inanç sisteminde ahiret, tasvir ve keyfiyetlerde farklılıklar olsa da, bütün mezheplerce benimsenmiş sabit bir inançtıır[53].
Sabiiler'de de kıyamet ve ahiret inancı vardı. Buna göre, ahir zamanda bir melek semayı dürecek, güneş ve ay yok olacak, yıldızların ışığı kaybolacaktır[54]. İyi ruhlar sür'atle engelleri aşarak, Abatur terazisinde tartıldıktan sonra ışık alemine yükseleceklerdir. Kötü ruhlar ise, çeşitli engellere takılıp, eza ve cefa gördükten, Suf denizinde günahları miktarınca kaldıktan sonra ışık alemine alınacaklardır. İlahi öğretiye tamamiyle muhalif olanlar ise, ışık alemine hiç bir zaman yükselemeyeceklerdir[55]. Sabiiler'in hacim bakımından en büyük kitapları olan Ginza'nın ikinci ana kısmı olan Sol Ginza'da sadece ruh ve ruhun kurtuluşu ve ışık alemine yükselişi (eskatoloji) konuları ele alınmıştır[56]. Sabiiler'in Harraniyye (Harnaniyye) kısmında ise, tenasüh görüşü hakimdir[57]
Eski Mezopotamyalılar (Sümer, Asur, Babil) da, ahirette dünyada yapılan amellerin karşılığının görüleceğine inanıyorlardı[58].
Hititliler'in ölüleri yakma ve mezarlarına az da olsa hediye koymaları, onların da kendilerine has bir ahiret inancı olduğu kanaatini vermektedir[59].
Eski Altay Türklerine göre, dünyanın sonunda Tanrı Ülgen ile oğlu savaşacak, sonunda Ülgen galip gelecek, yer yüzünde tek başına kalacak, daha sonra bütün ölüleri dirilterek haşri başlatacaktır[60].
Yunan mitolojisinde ruhun ölümsüzlüğünün önemli bir yeri vardı[61]. Ancak Eski, Yunanlılar'ın ölümden sonraki hayat hakkındaki değerlendirmeleri karamsardı. Ölülerin yer altında Hades[62] adlı tozlu, soğuk bir yerde toplandıklarına inanırlardı. Hatta, hristiyan kilisesinin gayretlerine rağmen, günümüz Yunan köylülerinde de, yer altında, alaca karanlıklı, ebedi bir yere dair bu inanç, tesirini icra etmektedir[63]. Bu karamsarlığın yanında, ölümden sonra iyilerin gittikleri ve yeryüzünde olduğuna inanılan Elysium'un mutlak bir mutluluk ve sürekli bir bahar ülkesi olduğuna da inanıyorlardı[64].
Eski Romalılar, ölülerin ruhlarını öteki dünyaya taşıyan Şaron adında bir şahsa inanıyorlardı. Şaron ücret mukabilinde iş gördüğü için, ölünün ağzına bir miktar para tutuşturulurdu. Cenaze taşınırken, önden ölenin ve atalarının resimleri götürülür, merasim bittikten sonra kahinler orada bulunan herkese su serper ve geri çevirirlerdi[65].
Eski Amerikan dinlerinde de ölüm ötesi bir hayata inanma önemli bir yer işgal ediyordu. Aztekler'e göre, insanların ölümden sonraki halleri, ölüm şekillerine bağlıydı. İnkalar'da ölülerini mumyalama adeti vardı[66].
Kızılderili kabilelerinin çoğu ölülerin ruhlarının dünya ile etkileşim biçimine sahip bir başka boyutta yaşadığına inanır. Hatta bazı kültürlerde olduğu gibi, kızılderililerde de hayvanların fiziki ölümün ötesine geçerek hayatlarını devam ettirdikleri inancı vardı[67].
Avustralya yerlileri olan aborcinler'in inanç sistemleri arasında, güçlü bir ölüm ötesi hayat inancı vardır. Avustralya'nın kuzey bölgesindeki görkemli kayalıklara işlenmiş olan kaya sanatları, ölümün son olmadığını ifade etmektedir[68].
Buraya kadar, dünyanın birbirinden uzak, farklı bölgelerinde hüküm sürmüş çeşitli dinlerden verdiğimiz örneklerden anlaşılıyor ki, ölüm ötesi bir hayata inanma, hemen hemen bütün insanlığın paylaştığı ortak bir inanç olmuştur. İnsanoğlu ölümü son olarak görmemiş, ölümle her şeyin bitmediğine inanmıştır.
Bir kısım dinlerde, tasviratta büyük farklılıklar olsa da, Kur'an'da bildirilen kıyamet, amellerden hesaba çekilme, mizan, sırat, cennet, cehennem gibi hakikatlere rastlıyoruz. Bu alemin devamlı olduğuna inanılan Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde ise, ebedi ahiret hayatı bu dünyada aranmıştır. Ahiret inancının olmadığı söylenen Eski Çin ve Japon dinlerinde ise, en azından ruhun[69] ölmediği ve hayatiyetini sürdürdüğü inancı vardır.
Ölüm ötesi hayat inancına dair bütün bu inançlar o milletlerin bütün çağlarını kapsamayabilir. Araştırmalar sonucu tesbit edilen hususlar, tarihlerinin herhangi bir döneminde sahip oldukları inançlarının bir izi de olabilir. Ancak ölüm ötesi bir hayat arayışının, en azından ruhun ölümden sonra da hayatiyetini devam ettirdiği inancının, bütün milletlerin bütün devirlerinde ortak nokta olduğunu söyleyebiliriz.
Bu inancın, kuvvetli veya zayıf bir surette, her dinde izlerinin görülmesi, insanlığın hiç bir devirde rehbersiz bırakılmayarak, her kavme peygamber gönderildiğini gösterdiği gibi, farklı şekillere bürünmesi ise, bu peygamberlerin bildirdiği gerçeklerin zamanla tahrif edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ahiret inancının çeşitli dinlere göre çok farklılık arzetmesinin bir sebebi de, insanların, görmedikleri bir alem hakkında, hayali tasavvurlarda bulunmaları ve o alemdeki varlık ve hadiseleri dünyadakilere benzetip, yanlış kıyaslarda bulunmalarıdır.
Bu inancın canlılığını devam ettirmesinde, insan fıtratındaki ebedi yaşama arzusunun rolü de büyüktür. İnsanoğlu ölümsüz bir hayatı her zaman aramış, İslam'ın bildirdiği gerçek ahiret hayatını duyup öğrenmese de, efsanevi bile olsa, ölüm ötesi bir hayata inanma ihtiyacı duymuş ve inanmıştır.
[1]. Hançerlioğlu, s. 26.
[2]. Raymond A. Moody Jr. Ölümden Sonra Hayat, çev. Gönül Suveren, 2. bsk. İnkılap ve Aka yay., İstanbul, 1983, s. 21; M. Ali Ayni. Hayat Nedir, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1945, s. 61.
[3]. James Thayer Addison, La Vie Après La Mort Dans Les Croyances de L'humanite, Paris, 1936, s. 26.
[4]. Jenny Randles-Peter Hough, Öteki Dünya, çev. M. Harmancı, Say yay., İstanbul, 1994, s. 15-16.
[5]. Addison, s. 27.
[6]. Ferecullah Abdulbari Ebu Ataillah. el-Yevmu'l-Ahir beyne'l-Yehudiyyeti ve'l-Mesihiyyeti ve'l-İslam, 2. bsk., Daru'l-Vefa, el- Mansuriyye, 1992, s. 30-31.
[7]. Ebu Ataillah, s. 29-30.
[8]. R. Emmanuel, Hint Yunan ve Mısır Mitolojilerinde Gizemli Bilgilerin Kaynakları, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1995, s. 23
[9]. Addison, s. 74; R. Emmanuel, s. 26
[10]. Addison, s. 31.
[11]. Seyyid Kutub. Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, çev., S. Ateş, 2.bsk., Ankara, tsz., s. 21-22.
[12]. Addison, s. 74, 115; Talat Sait Halman. Eski Mısır'dan Şiirler, 2. bsk., İstanbul, 1995, s. 52.
[13]. A.g.e, s. 25.
[14]. Muhammed Ebu Zehra, ed-Diyanatu'l-Kadime, Daru'l-Fikri'l-Arabi, Kuveyt, tsz., s.16.
[15]. Randles-Hough, s. 15.
[16]. Challege Felicien. Dinler Tarihi, çev., S. Tiryakioğlu (baskı yeri ve tarihi yok) s. 32.
[17]. Abdulaziz es-Sealibi. Muhadarat fi Tarihi'l-Mezahibi ve'l-Edyan, Beyrut, 1985, s. 55.
[18]. Hançerlioğlu, s. 45-73.
[19]. Ebu Zehra, s.17.
[20]. Haluk Hacaloğlu, Hayat, Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96
[21]. Muhammed Ahmed Abdulkadir. Akidetu'l-Ba's ve'l-Ahire fi'l-Fikri'l-İslami, Daru'l-Ma'rifeti'l-Camiiyye, İskenderiyye,1986 s. 29.
[22]. Ebu Ataillah, s. 31.
[23]. Heredot M.Ö. V. yy'da Mısır'ı gezmiştir (Halman, s. 30).
[24]. Bkz. Ebu Ataillah, s. 33.
[25]. Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 27.
[26]. Kutub, fi Zılali'l-Kur'an, Daru'ş-Şuruk, Beyrut, 1980, IV, 1988,
Kutub'un bu ifadeleri, onun bu mevzudaki daha önceki fikrinden vazgeçtiğini gösteriyor. Çünkü, bu ifadelerin yer aldığı fi Zılali'l-Kur'an adlı tefsiri, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri adı altında Türkçeye çevrilen Meşahidu'l-Kıyame fi'l-Kur'an adlı eserinden dört yıl sonra kaleme alınmaya başlanıp, uzun yıllar boyunca devam etmiştir (bkz. Salah Abdulfettah el-Halidi, Seyyid Kutub mine'l-Milad ile'l-İstişhad, Daru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, s. 533, 544).
[27]. Ebu Zehra, s. 8.
[28]. Randles-Hough, s. 13.
[29]. Ebu Ataillah, s. 32.
[30]. A.g.e, s. 41 ( Ebu'r-Reyhan b. Ahmed el-Biruni, Tahkiku ma li'l-Hind . 1983, s.39'dan naklen).
[31]. Randles-Hough, s. 19; Addison, s. 248.
[32]. Cevheri, X, 2. cüz, s. 25.
[33]. Ahmed Çelebi. Edyanu Hindi'l-Kübra, Mektebetu'n-Nahda, Kahire, 1976, 4. bsk., s.178.
[34]. A.g.e. s.117.
[35]. A.g.e. s.116.
[36]. A.g.e. s.161.
[37]. A.g.e. s.165.
[38]. Abdulfettah el-Favi. Akidetu'l-Mead beyne'd-Din ve'l-Felsefe, Daru'l-Urube, Kuveyt, s. 42.
[39]. Çelebi, Edyanu Hindi'l-Kübra, s. 64.
[40]. Günay Tümer- Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak yay., Ankara, 1988 s. 240; Randles-Hough, s. 21; Ebu Ataillah, s. 44.
[41]. Ebu Ataillah, s. 45.
[42]. Ebu Zehra, s. 90.
[43]. Bkz. Kazi Dawa Samdup, Tibet'in Ölüler Kitabı, çev. Suat Tahsuğ, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul; keza bkz., A. Moody, s.123, 124, 126.
[44]. Ebu Zehra, s. 90-91.
[45]. Felicien, s.83.
[46]. A.g.e., s. 91.
[47]. Addison, s. 155-156, 226; Kutub, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, s. 28-29; Ekrem Sarıkçıoğlu. Dinler Tarihi, Bayrak yay, 1983 s. 113; Tümer- Küçük, s. 240-241.
[48]. Addison, s. 155.
[49]. Sealibi, s. 66.
[50]. Ebu Ataillah, s. 47-48.
[51]. A.g.e., s. 46 (el-Akkad. Allah, Kitabun fi Neş'eti'l-Akideti'l-İslamiyye, s. 88'den naklen ).
[52]. A.g.e., s. 46.
[53]. Favi, s. 50.
[54]. Sarıkçıoğlu, s. 118.
[55]. Bkz. Şinasi Gündüz, Sabiiler Son Gnostikler, Vadi yay. Ankara, 1995, s. 130-137.
[56]. Gündüz, s. 55.
[57]. Muhammed ed-Dibaci, "es-Sabietu men hum ve ma hiye Cüzuruhum", el-Arabi, sayı: 398, s.186. Kur'an'da zikri geçen sabiilerin ise, Mindaiyye kolu olduğu ifade edilmektedir (a.y).
[58]. Sarıkçıoğlu, s. 33.
[59]. A.g.e, s. 56.
[60]. A.g.e, s. 98.
[61]. Bkz. Addison, s. 125.
[62]. Eski Yunanlılar'da bu yere Şanzelize'de denmektedir.Ölülerin yer altında kaldıkları yere dair bu inanç, pek çok millette görülmektedir. Babillilerdeki, Aralu, Yahudilerdeki Şeol, Romalılar'da Tartar, Mısırlılar'da Amenti bunun birer örneğidir (bkz. Addison, s. 71-72; Hacaloğlu, s. 74)
[63]. Addison, s. 73.
[64]. Addison, s. 81-82; Randles- Hough, s. 17.
[65]. Sealibi, s. 98.
[66]. Sarıkçıoğlu, s.102.
[67]. Randles- Hough, s. 29, 37.
[68]. Randles- Hough, s. 27-28.
[69]. Genel olarak bütün insanlık, ruhun gözle görülüp, elle tutulmayan, rüzgar veya buhar gibi bir varlık olduğuna inanmıştır (bkz. Addison, s. 12).