Hayatımızın pek çok evresinde ölümle yüzleşiriz. Bu yüzleşme ağır gelir, kaçışlarımız olur. Ölümle ilgili anksiyetemiz yaşam döngüsü içinde artıp azalır.Ergenlik döneminde ölüm korkusu yoğun bir şekilde yaşanır. Bazı ergenler cüretkâr riskler alarak, ölüme meydan okuyarak, bazıları korku filmleri izleyerek, şiddet içerikli oyunlar oynayarak, bazıları ise kara mizahla ölüm anksiyetesine tepki verirler. Aradan yıllar geçip genç yetişkinliğe gelindiğinde ise ergenlik döneminin ölümle ilgili kaygılarının yerini kariyer sahibi olmak ve aile kurmak alır. Bu iki görevi tamamlamak için savaş veren genç yetişkin odağını ölümle ilgili kaygılarından çok farklı bir noktaya taşıyarak rahatlama sağlamaya çalışır. Yıllar sonra, yani aradan otuz yıl kadar bir süre geçtikten sonra çocuklar büyür ve evden ayrılınca orta yaş krizi yaşanır. Kadın menopoz dönemine girer ve tekrar ölüm anksiyetesi ortaya çıkar. Ölümün varlığını daha yoğun hisseder fakat bununla çok uzun süre yüzleşemeyeceği için de dikkatini dağıtıcı yollar arayışına girer. Farklı stratejiler kullanır; kimi çocukları aracılığıyla kendini geleceğe yansıtmaya çalışır, kimi dine sığınır, kimi daha çok zenginleşir daha çok şeye sahip olur.
Ölüm, hayat döngüsünde birçok kez bize varlığını hatırlatıp sonlu olduğumuzun ıstırabını yaşatıyor. Yaşattığı ıstırabın yanında aslında bize değişmek, dönüşmek nasıl bir hayat yaşadığımıza bakıp fark etmek için de fırsat sunuyor. Hayatın olağan döngüsünün standart hatırlatması dışında, yaşanan kayıplar, süreğen ya da kötücül hastalıklar da ölümle yüzleştiren şeylerin başında geliyor. Aziz Augustinus’un ‘İnsanın gerçek benliği ancak ölümün karşısında doğar’ sözü de ölümle yüzleşmenin aslında kişide travmatik, ıstırap dolu bir deneyim olduğu kadar gerçek benliğinin doğması içinde bir fırsat olduğunu ortaya koyuyor.
Irvin D. Yalom’un Ölümle Yüzleşmek Güneşe Bakmak adlı kitabında bahsettiği varoluşçu uyanma terapisi ya da kendi deyimiyle “uyanma deneyimi” de insanda ölümün varlığıyla yüzleşmenin yarattığı psikolojik büyümeyi ve gelişmeyi ortaya koymayı amaçlıyor. Kitabında Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı adlı eserindeki Ebenezer Scrooge’nin değişiminden bahsediyor. Geleceğin Hayaleti (Gelecek Noel’in Hayaleti) Scrooge’u ziyaret eder ve ona geleceği önceden göstererek güçlü dozda şok terapisi yapar. Scrooge cesedinin ihmal edilişine tanık olur, yabancıların kendi giysileri hatta çarşafları üzerine kavgaya giriştiğini, insanların konuşmalarına kulak misafiri olup ölümünü hafife aldıklarını duyar. Ardından Geleceğin Hayaleti, Scrooge’u mezarını görmesi için kilise mezarlığına götürür. Scrooge mezar taşına bakar, adının harflerine dokunur ve o anda kişiliği dönüşür. Bir sonraki sahnede Scrooge yeni ve merhametli bir insandır (Yalom, Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek, 2017).
Uyanma deneyimini idam sehpasından son anda kurtulan birinin yaşadıklarında ya da kanser tanısı alan ve tedavi sonrasında sağlığına kavuşan birinin hayatında da görmek mümkündür. Bunlar gibi travmatik yaşantıları Parkers(1971), hem olumsuz hem de olumlu değişiklikler ile sonuçlanan bir yaşam değişimi olarak tanımlamıştır. Özellikle kanser o kadar hayatımızın içine yerleşti ki birinin bu tanıyı aldığını duymak bu sebepten öldüğünü duymak oldukça olağan bir hale geldi denilebilir. Kanser bizden uzak olduğu sürece hastalık üzerine düşünmek, anlamaya çalışmaktan genelde kaçınır ve bu sarsıcı durumla, uzak durarak baş etmeye çalışırız. Kanser tanısı almak beraberinde kaygı, etiketlenme, korku, ağrılı, tedavi edilemez çağrışımını yapan en travmatik deneyimlerden biridir. Birçok insan için kanser ölümle eşanlamlı olarak değerlendirilir. Aynı zamanda tedavi sürecinin zorlayıcılığı, hastanede yatma, hastalığın tekrarlama ihtimali ciddi stresörlerdir. Kanser sadece kişinin biyolojik yapısını değil, psikolojik, toplumsal, ekonomik dengelerini altüst eden bir hastalıktır. Yapılan çalışmalar, kanser tanısı almak gibi travmatik yaşantıların tedavi süreci tamamlandıktan sonra kişisel gelişimide beraberinde getirdiğini, kişinin travma öncesi durumdan daha güçlü hale gelebildiğini de ortaya koymuştur. Travma sonrası büyüme yaşantıdaki beş farklı alanda meydana gelen değişikliklerle açıklanmaktadır. Bu alanlar; yaşamın daha fazla takdir edilmesi ve önceliklerin yeniden değerlendirilmesi, daha yakın ilişkiler geliştirilmesi, kişinin kendi gücünün daha çok farkına varması, yaşamındaki yeni olasılıkların farkına varması ve ruhsal olarak gelişim şeklinde sıralanmaktadır (İnci & Boztepe, 2013). Ölümle karşı karşıya gelen insanların çoğunda, onları hareketsiz bırakan bir kedere gömülüp acı içinde kıvranmak yerine çarpıcı bir şekilde değiştikleri görülmüştür. Yani hayatlarındaki önemsiz ayrıntıları bir tarafa atabilen, önceliklerini yeniden düzenleyen, gerçekten istemedikleri şeyleri yapmama gücüne sahip çıkan, daha derin ilişkiler kuran, risk almaya daha istekli, reddedilme konusunda daha az endişeli bireylere dönüştürebildiği görülmüştür.
Ölümle karşılaşan kişilerin çoğunda, süreğen ya da kötücül hastalık tanısını alan kişilerin çoğunda, özellikle de kanser tanısı alan kişilerin çoğunda travma sonrası gelişmeden, büyümeden pek çok kez bahsettim. Travma sonrası gelişim yaşayanların yanı sıra hastalık durumuna uyum sağlayamama da söz konusudur. Travmatik bir deneyim yaşaması kişide travma sonrası büyüme olacağı anlamına gelmez. Travma sonrası büyüme düzeyini; bireysel özellikler (başa çıkma stratejileri, kendine güven), çevresel kaynaklar (sosyal destek, maddi kaynaklar) ve travmatik olay ile ilgili değişkenler etkilemektedir (İnci & Boztepe, 2013). Tanı alan kişinin sahip olduğu kişisel özellikler; Psikolojik sağlamlılık, dayanıklılık, iyimserlik ve tutarlılık algısı kavramları kişilerin zor/güç yaşam olayları ile baş etmelerinde onlara yardım eder. Travma sonrası büyüme stresli yaşam olaylarından zarar görmemeyi değil, bu olaylardan sonra meydana gelen olumlu değişimi ifade etmektedir (İnci & Boztepe, 2013).
Son olarak alanyazında kanserin ruhsal, toplumsal, ekonomik belirleyicileri nedeniyle bir aile hastalığı olduğu vurgulanmaktadır (Okyayuz, 2013). Kanser gibi süreğen ya da kötücül hastalık tanısı alan kişilerin yaşadıkları deneyimleri, dönüşümleri, gelişmeleri incelerken aileden bağımsız bir şekilde ele almak düşünülemez. Kanser bazı aileleri güçlendirir, birleştirir, bazılarını ayırır ve bunların hiçbiri yaşam tehdidi taşıyan bu hastalığın getirdiği değişimden kaçamaz(Weihs ve Reiss, 1996). Güvenli aile ilişkileri her anlamda zorlayıcı olan bu süreci bir araya gelerek, tehditler karşısında yaşamı dengede tutarak atlatabilmektedir.