adanali
FD Üye
- Katılım
- Eki 20, 2019
- Mesajlar
- 2,792
- Etkileşim
- 0
- Puan
- 36
- Yaş
- 36
- Konum
- Adana
- Web sitesi
- bilgilihocam.com
- F-D Coin
- 69
Vahdet-i Vücut ve Eşyanın Hakikatı
önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdetin sözlük anlamı, birlik'tir.
Zıt anlamı "kesret", yani çokluktur. Mesela, beş farklı harf bir kesrettir, ama bunlar tevhit edilerek bir kelime halini alırlarsa vahdete erilmiş olunur.
Kainat kitabı denilen bu alemde, bu mananın sonsuz misalleri vardır. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. Bir olan Allah'ın mukaddes varlığı için "vacib-ül-vücut", kesret dairesini meydana getiren mahlukatının varlığı için ise "mümkin-ü'l-vücut" tabirleri kullanılır.
Vacip; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle var olmaktan münezzeh bulunan, ezeli ve ebedi var olan Allah'ın varlığı. Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkum, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nispetle eşit bulunan mahlukatın varlığı.
İşte vahdet-i vücut meşrebindeki bir veli, "istiğrak" dediğimiz manevi sarhoşluk haline girdiğinde varlığı sadece vacip varlığa hasreder, mümkinin varlığını inkar eder. "La mevcude illa hu" yani "Ondan başka varlık yoktur." der.
Bu sözün cezbe halinde, manevi sarhoşluk halinde söylendiği açıktır. Zira, Ondan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama, bu sözü söyleyen zat o anda bunu da düşünecek halde değildir.
İstiğrak halinin bir gölgesi günlük hayatımızda da bazen kendini gösterir. İlmi bir eseri okuyan insan kendini manaya kaptırdı mı, artık kelimeleri bir bakıma görmez olur. Onları hatırlamaz, onlarla meşgul olmaz. O her şeyiyle ilme dalmış, onda gark olmuştur. O anda kitabı unuttuğu gibi, onu tutan parmaklarını, ona bakan gözlerini de unutmuştur.
Vahdetü'l vücut için, Mesnevi-i Nuriyye'de "Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkidir." buyrularak bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir.
Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farz edelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak haline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. İşte o ayna bu halde iken, "Güneşten başka bir şey yoktur." derse, bu onun manevi sarhoşluğunun ifadesidir.
Risale-i nur Külliyatından Mektubat'ta, "kalbi ve hali ve zevki olan bu meşrebi akli ve kavli ve ilmi suretine çevirmemek" gerektiği önemle vurgulanır. Ve Lem'alar'da bu manayı teyit için, "bu mesele-i vahdetü'l vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir." denilerek çoğu insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere gereğinden çok fazla önem verdiği bu gaflet zamanında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters sonuçlar vereceğine şöylece dikkat çekilir:
O meşrep, daire-i esbaptan geçip, terk-i masiva sırrıyla, mümkinattan alakasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmi bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslamiyyeden uzaklaştırmaktır."
Hani bazı ilaçlar vardır, üzerine not düşülmüştür; "çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediniz." diye. Bu meşrep de öyle. Şartı, "ehass-ı havas" yani hasların hası olmak. Velayetin en ileri derecelerinde bulunmak. Onlara da her zaman tavsiye edilmiyor.; sadece istiğrak-ı mutlak halinde geçerli. Yani tevhit denizinde tam gark olup, o deryada boğulup, Allah'tan gayrı ne varsa hepsinden alakayı kestikleri zaman "la mevcude illa hu" diyebiliyorlar.
İlk cümlede o mümtaz zevatı pervasızca tenkide cür'et edenlere hadleri bildiriyor: Ehass-ı havasın mazhar olduğu salih bir meşrep" ifadesiyle...
Elimize bir meyveyi düşünelim. Bu meyve halk (yaratma) fiiliyle var olmuş ve onda Halık ismi tecelli etmiştir. Bu fiil ve bu tecelli olmasa o meyve vücuda gelemez. İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu manayı o mümtaz zatlar hissederler, yaşarlar, o hal ile hallenirler ve cezbe halinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. İstiğrak halinden çıkınca meyvelerini afiyetle yer ve Rezzak olan Allah'a şükrederler. İstiğrak halinde şükür de yoktur. Zira, ne meyve vardır ne insan.
Nur Külliyatında bu meşrebin "salih" olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. "Hulefa-i raşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i salihinin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor." denilerek bu meşrebin hususi kaldığı, umuma mal olamadığı vurgulanır.
Ne sahabeler, ne mezhep imamları, ne de asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Abdulkadir-i Geylani gibi mümtaz zatlar böyle bir yolda gitmişlerdir. Onlar bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşat etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, batıldan nefret ettirmede merkezleştirmişlerdir. Bu kutsi vazife ise istiğrak değil, sahv yani uyanıklık halinde icra edilebilir. Nitekim, Muhyiddin-i Arabi de "Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın." buyurmakla, meşrebinin hususi kaldığını beyan etmiş bulunuyor.
Nur Külliyatında dikkat çekilen önemli bir nokta da, bu meşrebe giren bir velinin sadece Allah'a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini düşünmemekle yahut hayal saymakla onlardan gereken feyzi alamadığıdır. İstiğrak halinde söylenen "la mevcude illa hu" sözünün uyanık halde söylense diğer beş iman rüknünün dikkate alınmaması sonucu doğar.
öte yandan, bu meşrebi uyanık halde iddia etmek, Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin tecellilerini hayal ve vehim derecesine indirmek gibi büyük bir cinayettir. Rızık hayal olunca Cenab-ı Hakk'ın rezzakiyeti de, haşa, hakiki olmayacaktır. Mahlukata hayal dediniz mi Allah'ın yaratıcılığı da hayali olur. Hayali şeyleri yaratmak için sonsuz bir kudret, irade gerekmeyeceğinden bütün ilahi sıfatların ulviyetleri de gizlenecektir. Sadece Allah'ın zatına nazar edilmekle, sıfatlara, fiillere, isimlere ve onların tecelli ettiği olan mahlukata bakılmayacaktır. Bunun ise velayette yüksek bir meşrep olmayacağı açıktır.
önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdetin sözlük anlamı, birlik'tir.
Zıt anlamı "kesret", yani çokluktur. Mesela, beş farklı harf bir kesrettir, ama bunlar tevhit edilerek bir kelime halini alırlarsa vahdete erilmiş olunur.
Kainat kitabı denilen bu alemde, bu mananın sonsuz misalleri vardır. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. Bir olan Allah'ın mukaddes varlığı için "vacib-ül-vücut", kesret dairesini meydana getiren mahlukatının varlığı için ise "mümkin-ü'l-vücut" tabirleri kullanılır.
Vacip; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle var olmaktan münezzeh bulunan, ezeli ve ebedi var olan Allah'ın varlığı. Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkum, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nispetle eşit bulunan mahlukatın varlığı.
İşte vahdet-i vücut meşrebindeki bir veli, "istiğrak" dediğimiz manevi sarhoşluk haline girdiğinde varlığı sadece vacip varlığa hasreder, mümkinin varlığını inkar eder. "La mevcude illa hu" yani "Ondan başka varlık yoktur." der.
Bu sözün cezbe halinde, manevi sarhoşluk halinde söylendiği açıktır. Zira, Ondan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama, bu sözü söyleyen zat o anda bunu da düşünecek halde değildir.
İstiğrak halinin bir gölgesi günlük hayatımızda da bazen kendini gösterir. İlmi bir eseri okuyan insan kendini manaya kaptırdı mı, artık kelimeleri bir bakıma görmez olur. Onları hatırlamaz, onlarla meşgul olmaz. O her şeyiyle ilme dalmış, onda gark olmuştur. O anda kitabı unuttuğu gibi, onu tutan parmaklarını, ona bakan gözlerini de unutmuştur.
Vahdetü'l vücut için, Mesnevi-i Nuriyye'de "Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkidir." buyrularak bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir.
Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farz edelim. Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak haline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. İşte o ayna bu halde iken, "Güneşten başka bir şey yoktur." derse, bu onun manevi sarhoşluğunun ifadesidir.
Risale-i nur Külliyatından Mektubat'ta, "kalbi ve hali ve zevki olan bu meşrebi akli ve kavli ve ilmi suretine çevirmemek" gerektiği önemle vurgulanır. Ve Lem'alar'da bu manayı teyit için, "bu mesele-i vahdetü'l vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir." denilerek çoğu insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere gereğinden çok fazla önem verdiği bu gaflet zamanında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters sonuçlar vereceğine şöylece dikkat çekilir:
O meşrep, daire-i esbaptan geçip, terk-i masiva sırrıyla, mümkinattan alakasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmi bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslamiyyeden uzaklaştırmaktır."
Hani bazı ilaçlar vardır, üzerine not düşülmüştür; "çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediniz." diye. Bu meşrep de öyle. Şartı, "ehass-ı havas" yani hasların hası olmak. Velayetin en ileri derecelerinde bulunmak. Onlara da her zaman tavsiye edilmiyor.; sadece istiğrak-ı mutlak halinde geçerli. Yani tevhit denizinde tam gark olup, o deryada boğulup, Allah'tan gayrı ne varsa hepsinden alakayı kestikleri zaman "la mevcude illa hu" diyebiliyorlar.
İlk cümlede o mümtaz zevatı pervasızca tenkide cür'et edenlere hadleri bildiriyor: Ehass-ı havasın mazhar olduğu salih bir meşrep" ifadesiyle...
Elimize bir meyveyi düşünelim. Bu meyve halk (yaratma) fiiliyle var olmuş ve onda Halık ismi tecelli etmiştir. Bu fiil ve bu tecelli olmasa o meyve vücuda gelemez. İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu manayı o mümtaz zatlar hissederler, yaşarlar, o hal ile hallenirler ve cezbe halinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. İstiğrak halinden çıkınca meyvelerini afiyetle yer ve Rezzak olan Allah'a şükrederler. İstiğrak halinde şükür de yoktur. Zira, ne meyve vardır ne insan.
Nur Külliyatında bu meşrebin "salih" olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. "Hulefa-i raşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i salihinin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor." denilerek bu meşrebin hususi kaldığı, umuma mal olamadığı vurgulanır.
Ne sahabeler, ne mezhep imamları, ne de asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Abdulkadir-i Geylani gibi mümtaz zatlar böyle bir yolda gitmişlerdir. Onlar bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşat etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, batıldan nefret ettirmede merkezleştirmişlerdir. Bu kutsi vazife ise istiğrak değil, sahv yani uyanıklık halinde icra edilebilir. Nitekim, Muhyiddin-i Arabi de "Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın." buyurmakla, meşrebinin hususi kaldığını beyan etmiş bulunuyor.
Nur Külliyatında dikkat çekilen önemli bir nokta da, bu meşrebe giren bir velinin sadece Allah'a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini düşünmemekle yahut hayal saymakla onlardan gereken feyzi alamadığıdır. İstiğrak halinde söylenen "la mevcude illa hu" sözünün uyanık halde söylense diğer beş iman rüknünün dikkate alınmaması sonucu doğar.
öte yandan, bu meşrebi uyanık halde iddia etmek, Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin tecellilerini hayal ve vehim derecesine indirmek gibi büyük bir cinayettir. Rızık hayal olunca Cenab-ı Hakk'ın rezzakiyeti de, haşa, hakiki olmayacaktır. Mahlukata hayal dediniz mi Allah'ın yaratıcılığı da hayali olur. Hayali şeyleri yaratmak için sonsuz bir kudret, irade gerekmeyeceğinden bütün ilahi sıfatların ulviyetleri de gizlenecektir. Sadece Allah'ın zatına nazar edilmekle, sıfatlara, fiillere, isimlere ve onların tecelli ettiği olan mahlukata bakılmayacaktır. Bunun ise velayette yüksek bir meşrep olmayacağı açıktır.