VaroluŞÇuluk Varoluş felsefesi, çağımızın en kayda değer iki felsefesinden biridir; Marxcılık’la birlikte az daha tüm çağdaş hafıza oluşumlarının dokusuna katılmıştır Marxcılık ve varoluşçuluk, bir çırpıda kavranamayacak, kısa süreli çabalarla öğrenilemeyecek değin geniş ve çeşitli felsefe çalışmalarını içerir Bir Zamanlar bir felsefe çoğunlukla bir kişinin, bazen de başlıca kişisinin adıyla anılan bir okulun ürünü olurdu Çağımızda kültürün ileri derecede yaygınlaşması, felsefeleri kucaklanması şiddet genişliklere ulaştırıyor Marks'çılık dediğimiz süre aklımıza bir bakıma birbirini tümleyen, bir bakıma birbirinden bambaşka düşen çoğu fılozof geliyor Varoluşçuluk dediğimiz süre da Geniş uzanımlı olsun sıcacık uzanımlı olsun, biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve emrindeki yanlamasına yaşadığı felsefelerle kavrayabiliriz Ayrıca ona anlamını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde bulundurmamız gerekir Bir felsefe görünmeyen ve yalıtık bir inşa olarak ele alındığı süre bir hikmetler toplamı olarak görünür, ancak bağlantıları içinde ele alındığı süre bir çağın duygularını ve düşüncelerini taşıyan etkili bir yapı olarak görünür Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük fikir denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz süre açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız KAYNAKLARI Yeniçağ'ın birincil büyük filozofu olan Descartes'ın (1596 1650) matematik yönteme dayanan, içten bilgiye ulaşma yolunda olumlu kuşkuculuğu şaşmaz bir davranış olarak koyan, en önemlisi de defalarca kesin bilgiye varmayı amaçlayan rasyonel felsefesi, felsefe tarihinin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmişti Bilimlere, bilimsel düşünceye büyük yük veren XVIII ve XIX asır fılozofları Descartes' ın kalıtımından bol bol yararlanarak, felsefede olumlu düşünceyi hakim kılmaya çalıştılar genellikle Bu yönde birkaç büyük felsefe anlayışı gelişti Bunlardan biri, metafiziğe karşısında olumlu düşünceyi koyan Auguste Comte'un ( 1798 1857) olumculuğu(olguculukpozitivizm), öbürü Kant'ın (17241804) tenkitçi akılcılığı, bir başka biri sonsuz ruh'un hiç bir akıldışı öge barındırmadığını gösteren ve Hakiki olan her şey akılsaldırdiyen Hegel'in (17701831) ülkücülüğü, biri de bilgi anlayışında Hegelcilik’deri yola çıkan ve ancak bilimle ortaya konabilecek olan doğa gerekirliliğiyle ifade eden Marx (18181883) felsefesiydi Felsefede aklın ve olumlu düşüncenin kazandığı bu tartı, XIX yüzyıl sonlarında sarsılmaya başladı Akılcı düşüncenin geleneksel toprağı Fransa bile, öznelci bir tavır alma yolunu tuttu Bunda, her şeyden önce, psikolojinin bir bilim olarak kurulmaya başlamasının etkilerini çağırmak dürüst olur Daha önceleri çoğu bilgi alanı gibi psikoloji de felsefenin bir dalıydı ve zihnin etkinliklerini incelemekle sınırlanıyordu XIX asır başlarında Wundt (18321920) psikolojiyi bir bilim haline getirdi ve Leipzig'de bir psikokoloji enstitüsü kurdu (1879) Bu yeni bilimin ortaya koyduğu şaşırtıcı sonuçlar felsefeyi hızla etkiledi ve onu öznelciliğin düzeyine doğru çekti Felsefenin öznelci düzeye yerleşmesinin esas etkilerinden biri de, XIX yüzyıl sonları Avrupa'sında , toplum düzeninin yeni patlamalar getirecek biçimde karışmış olmasıdır Yüzyıllar boyunca siyasî birliğini kuramamış Fransız kültürünün başarılı ürünleri karşı bir değişiklik aşağılık duygusuna kapılmış olan Almanya yavaş yavaş kendini toparlıyor ve gücünü kendi dışına benimsetme yoluna giriyordu Bunalımlı Alman toplumu (bu bunalım bu toplumun sanatında ' ve felsefesinde büyük ölçüde yansır) giderek bütün Avrupa'yı bunalıma sürükleyecek, bu genel bunalım iki dünya savaşında cisimleşecek, Sömürgeciliğin bütün olanaklarından yararlanmış ve kent soylu kültürünün en hoş örneklerini vermiş olan Avrupalılar bugün bile etkilerini sürdüren bir karmaşanın yok edici koşullarıyla sarsıntıya düşmüşlerdir Avrupa toplumunun düştüğü dağınıklık ve curcuna, bu dağınıklık ve kargaşanın yarattığı hastalıklı duygu ve düşünceler, bu duygu ve düşüncelerin yarattığı, biçimlediği hayat felsefesi, ileride varoluşçu felsefeye kaynaklık edecek olan öznelci hayat felsefesi, XIX yüzyıl felsefesinin iki önemli kişisinde, Friedrich Nietzsche ( 1844 1941) ve Henri Bergson'da ( 18591941 ) en hoş anlatımını buldu Nietzsche: Yapıtlarında bir filozof tutarlılığından fazla bir şair çoşkululuğunu dile getiren Nietzsche, normal bir filozof tutumunun bütünüyle dışına çıkarak, sistemciliği tamamen boşvererek, insanın varoluşsal sorunlarıyla, bu dünyada yaşamış insanın sorunlarıyla, insanın bu dünyayla ilişkileri içinde ortaya çıkan sorunlarıyla ilgilendi O, karamsar ve değertanımaz bir tutum içinde, çağdaş toplumun tüm değerlerini, Hıristiyanlığı, demokrasiyi, toplumculuğu yadsıyor, buna karşılık kuvvet istemikavramını öne sürüyordu Ona göre her insan kendi değerini yaratmalıdır İnsan, varoluşunun gerektirdiği şeyi gerçekleştirmeye çalışmalıdır Nietzsche, bu görüşleriyle, insanı varoluşsal yapısı içinde ele alışıyla bir varoluş filozofu olarak görünür Ancak felsefesini temellendirmemiş oluşu, felsefesini bölük pörçük ve şairce ortaya koyuşu, insanı tüm varoluşsal sorunlarıyla ele alıp işlememiş oluşu onu varoluş felsefesinin bir öncüsü, öncüsü bile değil, bir bildiricisi saymamıza olanak verir oysa Emile Boutroux XIXasır sonlarında kendini bildiren bu öznele yönelişin birincil tutarlı çağrısını Emile Boutroux'da 118451921 buluruz Boutroux, Contingence des Lois de la Natureadli kitabının bir uygun şöyle diyordu: Şeylerin sabit ve sınırlı gerçeklikler olarak göründüğü dışsal görüntü açısını bırakarak kendi derinliklerimize dönmek ve olabilirse kendi varlığımızı derinliğiyle tutmak için, özgürlüğün ölümsüz bir kaynak olduğuna inanıyoruz Bergson Bu kendi derinliklerimize dönmeçabasını tam anlamında gerçekleştiren ilk filozof Bergson oldu Varoluş felsefesi kuşkusuz Bergson'dan doğrudan doğruya etkilenmedi, ama onda öznelciliğin en sürekli yorumunu, ben'in derinliklerine yönelişin en sistematik anlatımım buldu Bergson'culuğun varoluşçuluk için manâlı olan yanı, öznelciliği felsefenin çıkış noktası haline getirmiş olmasıdır Bergson'a kadar felsefe, bizim kavramlarla tanıdığımız dural varlığı konu edinmez Felsefenin konusu arı oluşumdur Bu arı oluşumu biz sezgiyle yakalarız, idrak bize şeylerin evrensel açıklamasını kazandırır Geleneksel akılcılığa, özellikle Kant akılcılığına tam anlamda karşıt olan bu ilke şüphesiz zihinsel çıkarımla elde edilmiş bir ilke değildir, sezgiyle ortaya konmuş bir ilkedir: Bergson un felsefeye getirdiği esas yenilik şuydu: Bergson zaman kavramıyla ben kavramını özdeşleştirir Sezgisine vardığım “zamanben'den başka bir şey değildir Bergson'a kadar Ben, demek fakat, kendimi şimdiki zamanda seziyorum Ama tüm genişliğiyle sezemiyorum öyleyse kendimi? Evet, sezemiyorum Kendime her yönelim parçalı bir dokunuşmadır Geçmişim kaçar sezgimden, bundan başka acilen' m de tüm genişliğiyle sezdirmez bana kendini Ben hemen'min gizli bir yeriyle çakışırım, yani deyim yerindeyse en fazla şimdi olan derhal'yle Eksik sonradan bu en fazla acilen olan şey kaçar benden Edmund Husserl Varoluş felsefesi esas etkiyi Alman filozofu Edmund Husserl'in (1859 1938) olgubiliminden(görüngübilimfenomenoloji) alır Daha doğrusu, Husserl'in olgubilimi varoluşçu felsefeye genel gösterme açısını ve yöntemini kazandırmıştır Özellikle varoluş felsefesinin en ünlülerinden biri olan Maurice Merleau Ponty ( 1908 1961 ) , görüşlerini Husserl'in felsefesinden yola çıkarak geliştirmiştir Husserl'in felsefesi öyle şiddet, basit basit girilemeyen bir felsefedir Filozof konuları işlerken öylesine ince ayrıntılara girer ancak, onu bu ince teferruatlar arasından toparlayabilmek oldukça zordur Husserl felsefeye oldukça yeni bir tavır getirdi Kant, bilimlerin muhakkak doğruları olduğuna inanıyordu Husserl'e tarafından insan, veri alanlarının hiç birinde belirlenmiş bilgilere sahip değildir O, Descartes'dan daha sonra başlangıçta kesin bir biçimde Descartes'cı bir davranış alacak ve Descartes'ın yaptığı gibi her şeyi önce kuşkuya koyacak ya da kuşkudan geçirecektir Husserl, sağlam bilgiye varabilme yolunda parantez arasına alma(Einklammerung) yöntemini önerir Parantez arasına elde etmek, herhangi bir önermeyi belirli ya da hatalı diye belirlemeden eleştiriye tutmaktır Husserl'e göre mantığın temelinde ruhsallık yatar, yani mantık ruhsallıkla koşullanmıştır Kavramlar, yargılar, usa vurmalar ruhsal olgulardır Olgubilim de hafıza edimlerinin psikolojik tanıtlamasına dayanır Düşünmek herhangi bir şeye yönelmektir Yönelgenlik düşünmenin koşuludur Bizim için önemli olan, belli bilgiler aramak ya da belli bilgiler öne sürmek değil, muhakkak apaçıklığa ulaşmaktır Bu apaçıklık da kendini bizim düşünen benimizin deneyinde, varlık'ı varlık olarak kestirmedeneyinde kendini gösterir Böyle bir deneyle biz varlığa doğruluk özelliğini kazandırırız Husserl, Varlık, içten olan şeydirder Felsefe, Husserl'e göre, olguya yönelmelidir (Zu den Sahen selbst) Husserl'in nesneye yönelişiyle varoluşçuların nesneye yönelişi çok benzeşir Öz'den varoluşa değil de varoluştan Öz'e gitmek varoluşçuların esas kaygısıdır Husserl de, varoluşçular da, yaşanan dünyayı, olgular dünyasını felsefi araştırmada çıkış noktası olarak koyarlar Husserl'e göre biz olgular aleyhinde her şeyden önce gözlemci bir tutum almak zorundayız, yani olguları her türlü önyargıdan sıyrılmış olarak gözlemlemeliyiz id Keza, bir olguyu şu veya bu yanıyla değil, fakat bütün yüzleriyle görmemiz önemlidir Bizi bilgiye bu olgular araştırması ulaştıracaktır Husserl, buna kadar, Her bilinç herhangi bir şeyin bilincidir' der Çağrıda Bulunmak oysa, Husserl'e tarafından, dış kavrama olmadan iç algılama olamaz Husserl'in olgubilimi her şeyden önce bir felsefi düşünme yöntemidir Bu usul her yönüyle kurulmuş yeniden bir yöntem değil, fakat geliştirilmeye açık bir yöntemdir Olgubilim, varoluşçu düşüncenin veri kuramını oluşturmaya çalışan filozoflara sağlam bir yönelim kazandırmakta büyük ölçüde tezgâhtar olmuş, özellikle Merleau Ponty, felsefesini ortaya koyarken, Husserl'in olgubiliminden büyük ölçüde yararlanmıştır Biz buraya kadar, varoluşçu düşünceyi hazırlayan etkileri gözden geçirdik Bundan sonradan da, bu düşüncenin esas kişilerini ve başlıca sorunlarını özetle görmeye çalışalım ÖNCÜ: SÖREN KIERKEGAARD Varoluşçu felsefenin öncüsü, Danimarkalı düşünür Sören Kierkegaard'dır (1813 18661 (O da Nietzsche gibi belirli bir felsefe sistemi geliştirmemiş belirli bir felsefe sistemi geliştirmekten bilhassa kaçınmıştır, bu yüzden ona filozof diyemiyoruz, düşünür diyoruz) Yaşamı düşüncelerine büyük ölçüde yansımış olan Sören Kierkegaard, babasının etkisiyle sıkı bir protestan olarak yetiştirilmişti Protestanlık, bilindiği gibi, aşırı kuralcı bir tutumu ve kederli bir manzara açısını gerektirir Bu genç protestan, dinbilim doktorasını verdikten sonra, Kopenhag'da papazlık yapmaya başladı Evlenme girişimleri iyi netice vermedi; nişanlısıyla bir türlü birleşemedi Din konusunda bitmeyen kavgalara girdi Bu kavgalardan bezginlik düşerek, kırk iki yaşında öldü Bıraktığı notlan ölümünden fazla daha sonra Almanya ve Fransa'da etkin olmaya başladı İşte bu etki varoluş felsefesini doğurmuştur Kierkegaard, az önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, sistemli bir fılozof olma kaygılarının dışında belirlenerek, varoluşçu felsefenin esas konularını ortaya koydu ve fazla yerde çelişkiye düşmekten de çekinmeyerek (Nietzsche gibi) bu sorunların çözümüne farklı alanlara yönlendirilmiş yaklaşımlar getirdi Nietzsche'den otuz yıl değin önce dünyaya gelmiş olmakla birlikte, doğmakta olan yeni fikir deviniminin ilk atılımlarım ortaya koymakta Nietzsche'den daha başarılı oldu ve bu yüzden varoluşçuluğun öncüsü sıfatına adalet kazandı Kierkegaard her şeyden önce, Hegel'in bütünsel akılcı sistemine karşıdır Kierkegaard'a tarafından insan yaşamı bu tür bütünsel bir akılcılığa hiç mi hiç uymaz İnsan yaşamını bütünsel bir sisteme götürmeye niyetlenmek onun gerçekliğini dağıtmak anlamı taşır Meşhur düşünür, protestan katılığının dışına çıkıp reel bir Hıristiyan tutumu alma yoluna girdikten daha sonra, insan ruhsallığının derinliklerinde varolan gerçeklikleri Hıristiyanca bir yoruma tutmaya çalıştı Ona kadar, hakiki bir Hıristiyan ümidini yitirme ve bunaltı duygulan duyan insandır İnsan, gerçek bir Hıristiyan yaşamını sürdürürken, abuk subukya olan inancını gerçekleştirir Bu saçma, insan aklıyla kavranamaz olan ve o büyük gizi açımlayan şeydir Saçmadır doğruyu doğrulayan Çünkü kutsal gerçeklik insan aklını çok aşar Biz Tanrı'yı akılla kavrayamayız Biz Tanrı' ya, gönülle, öznelliğimizin etkinliğiyle yaklaşabiliriz Akıl böyle bir yaklaşımdan hiç bir sonuç alamayacak tır Kierkegaard'ın varoluşçuluğa en büyük katkısı, sanırız, abuk subukkavramını ortaya atması oldu VAROLUŞÇU FILOZOFLAR Almanya'da 1918 bozgununun hemencecik ardından, varoluşçuluk felsefesi çiçeklenmeye başladı Nietzche'nin ve Kierkegaard'ın, bir ölçüde de karamsarlık filozofu Scopenhauer'in (1788 1~ yapıtları bu ülkede yeni felsefeye birincil itkilerini kazandıracak etkinliğe çoktan ulaşmıştı Dünyamızı dünyaların en kötüsü sayan ve kurtuluşu Buddha'cılar gibi Nirvana yolunda gören Scopenhauer, getirdiği bu öznelci yorumla muhakkak varoluşçu felsefenin kuruluşuna katkıda bulunacaktı Varoluş felsefesi en büyük başarılarına Almanya'da ve Fransa'da ulaştı ve gelişimini birbirinden oldukça farklı iki yolda sürdürdü: Tanrıtanımazlık yolunda ve Hıristiyan inançlılığı yolunda Tanrıtanımaz varoluşçuluğun temsilcileri Alman Martin Heidegger (1889 1976) ile Fransız JeanPaul Sartre'dır dog 1905) Hıristiyan varoluşçularının başında da Alman Karl Jaspers (dog 1893) ve Fransız Gabriel Marcel (doğ 1889) vardır Bunların dışarıda, varoluşçuluğun en kayda değer filozoflarından biri de Maurice Marleau Ponty'dirMaurice Merleau Ponty, bir inançlılık veya tanrıtanımazlık tutumu almadan, ılımlı solcu bir dünya görüşü içinde, Husserl olgubiliminden yola çıkarak kavrama olgusunu inceledi, bu olguyu tüm değişik olguların temeline yerleştirdi Derhal bu filozofların neler getirmek istediklerini özetle görmeye çalışalım: HEİDEGGER Varoluşçuluğun fılozofları klâsik felsefenin izlediği yola yerinde bir yol izleyerek, varoluşçu felsefeyi evrensel genişliği olan ve emin bir sistemde bütünlüğüne kavuşan bir felsefe olarak temellendirmek istemişler, oysa klâsik felsefenin tutumuna karşıt bir tutum alarak, özler araştırmasını bir yandan bırakıp direkt varoluşun alanına girmişler, özleri bu alandan derlemeye yönelmişlerdir Tanrıtanımaz varoluşçuluğun esas temsilcileri Heidegger ve Sartre da aynı çabanın içindeydi Heidegger'e göre, varoluşumuz esas iki biçimde dışlaşır: Reel varoluş, serbest deneyiyle belirgindir, insanın özgürlük olduğunu duyuşuyla ve bu nedenle kendi yazgısını kendi eliyle çizmeye kalkışıvla ortaya konur ve buhran deneyiyle gerçekleştirilir; hakiki olmayan varoluş, insan topluluklarının varlığında ortaya çıkar, çünkü bu insan toplulukları bunalımdan kaçarlar ve genel görüşlere inanırlar: Burada Heidegger'in gerici hayat felsefesi belirir: insan olmak aramak, bütün anlamında insan edinmek çağırmak, ayrıcalı bir tutum içinde elde etmek demektir Heidegger, gerici tutumunun getirdiği güçlükleri de yaşamıştır, Freiburgin, Brisgau'da öğrenim gördükten sonra Marburg'da profesör olan 1923) ve bir süre daha sonra da Freiburg'da rektörlük görevi alan Heidegger, Nazilere yakınlık gösterdiği için 1945'de üniversitedeki yerinden uzaklaştırıldı, fakat 1952'de tekrar üniversiteye dönebildi En meşhur yapıtı Sein und Zeiti (Varlık ve Süre ) 1927'de yazmıştı Heidegger'e tarafından insan dünyaya bırakılmıştır, varoluşun ortasına (Dasein) Bu bırakılmışlık onun istediği bir şey değildir, onun yaptığı bir seçimin sonucu değildir İnsan, dünyaya bırakılmışlığıyla, ölüme adanmış durumdadır Yaşamaktadır, öyleyse ölmesi gerekir Yaşaya yaşaya bitirecektir varoluşunu Gercekte o daima yaşamak ister ama, bu isteğini hiç mi hiç gerçekleştiremez Ölümsüzlük yoktur Varoluş, hayat boyunca, yani doğmakla ölmek arasında yer alır İnsan bu hayat içinde defalarca ileriye içten atılır, yarınına yönelir, yarınını koymak ister Şimdiki Zamanımız, geleceğe açılışımızla, geleceği kurma çabamızla belirgindir Bu şart, bir serbest deneyini gerekli kılar İnsan Kendi varlığını sağlayabilmek için kesintisiz seçimler yapar yani özgürlüğünü gerçekleştirir Özgürlük edinmek, kendini yaratarak kendini geçmek demektir, insan hep bir aşma durumundadır Heidegger tanrıtanımazlığını açıkça belirtmez, daha doğrusu tanrıtanımazlığa sahip çıkmaz Tanrıtanımazlık onun felsefesinde zorunlu olarak kendini gösterir Yalnızca olgusal varoluşu varsayınca, Tanrı'nın varlığı ortadan kalkacaktır Ama Sartre tanrıtanımazlığını açıkça belirtir ve temellendirmeye çalışır SARTRE Felsefesini bilhassa L'etre et le Neant(Varlık ve Hiçlik) adlı yapıtında açıklayan Sartre'a kadar, varoluş olgusundan başka vaka yoktur Varlık'ı bu varoluş olgusu oluşturur; bu varlık'a esas bölge herhangi başka bir varlık'ın varolduğunu düşünemeyiz Sartre'a tarafından olgu, varoluşsal gerçekliği içinde, zihinsel sezgiye açılan şeydir Filozof, bu nedenle, somutun alanını felsefi araştırmanın alanı olarak belirlemiş, dolayısıyla tam anlamında gerçekçi bir davranış almıştır Onda bütün orunlara işte bu esas anlayışa göre çözüm getirilir varoluşsal varlık her şeyi kucaklayacak biçimde her yerdedir Tektir ve her şey kapsar Buna tarafından, o hiç bir şeyden gelmez; ne kendinden gelir, çünkü böyle bir şey açık açık abuk subuk olurdu, ne de yaratılma yoluyla Tanrı'dan kazanç, çünkü kendi dıştan hiç bir şey yoktur (F J Thonnard, Precis d'Histoire de la Philosophie) Bu varoluşsal varlık insana bulantı duygusu verir; bulantı duygusu, varlık'ı bir kendinde şeyolarak sezmemizi sağlar Böylece, varoluşsal varlık'ı bir kendinde şeyolarak belirleyen Sartre, insan bilincini de bir kendi için şeyolarak belirler Düşünen özne ya da bilinç, özüne, varlık'ın karşıtı olan hiçlik'le ortaya konur Bilinçlenmek demek, tanımak demektir, bilen'i (özne) bilinen'den (nesne) bozmak demektir Bilinç, bir boşlukla ayrılır nesneden Bu anlamda o, olmadığı şeydir, hiçlik’tir, kendi kendinin hiçlik’idir Sartre'a tarafından, insan, bu dünyada, başkalarıyla, zor da olsa, ilişki içindedir Her şeyden önce, bir bedenimizin olması, dış dünyayla ilişkimizi olası kılar Başkası'yla ilişki; en yetkin biçimde, başkasının bakışıyla, başkasının bakışının bize verdiği utanmaduygusuyla kurulur kimsesiz elde etmek atıl durumda olmaktır Başkasının varlığı, daha açık konuşmak gerekirse başkasının bakışı bizi nesneye indirgemeyeçalışır Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye indirgenmemeye bakarız Cehennemdir başkalarıder Sartre JASPERS VE MARCEL Jaspers'e tarafından insan bir özgürlük seçiş içindedir: Kendi yazgısını seçer Bu yazgı bizim ben'imizi kurmamızı sağlar Ama bu ben, daima, başarısızlığa adanmıştır Başarısızlık bizi Aşkınlık'a yani Tanrı'ya yönelten bir etkinliktir: Varoluş dünyası felsefi araştırmanın alanıdır Felsefede olgubilimsel içebakış yöntemi geçerlidir Oysa içebakış deneyimiz hiç de kolay bir deney olmayacak Çünkü kendimize baktığımızda, uçsuz bucaksız, dipsiz bir gerçeklikle karşılaşırız Her şeyin temelinde Tanrı dediğimiz aşkınlık yatar Tanrı'nın bilgisine insan inançlâ ulaşabilir Marcel'in perspektif Jaspers'inkine fazla yakındır İnsan, onda da, özgür deneyleri içinde yazgısını kurar Varoluşumuzu biz Tanrı'nın varlığını benimsemekle gerçekleştiririz Her şey Tanrı'nın varlığıyla açıklanır Tanrı'nın ulu varoluşu insan aklının kavrayabileceği bir şey değildir Bizim yazgımız Tanrı'nın varoluşuna bağımlıdır Tanrı'nın varoluşunu oysa içedönüşle, hatta içe kapanışla sezebiliriz İnsan, düşünsel çabası içinde, sorunlara ve gizlere yönelir Sorunlar akılla çözülür Gizlere yöneliş bir sezgisel yöneliştir Gizlerin başlıcası da düşünen ben'dir İçebakış veya içekapanışta insan nesnellik düzeyini aşar İnsan, varoluş deneyi içinde önce ' `benine yönelir, daha sonra Tanrıya, sonradan da dünyaya yönelir Gabriel Marcel'in felsefesi, sorunları ve bu sorunlara getirilmiş belirtilmiş çözümleri olan bir felsefe değil, deyim yerindeyse bir inanç düşüncesidir Onda mantıksal göstermelerden fazla şehvetli belirlemeler ağır basar MERLEAU – PONTY Merleau Ponty, direkt Husserl'in olgubiliminden yola çıkarak, felsefesini ortaya koyar Ona göre bir özler araştırması olan olgubilim, aynı zamanda özleri varoluşa yerleştiren bir felsefedir Olgubilim'e düsen, tanıtlamaktır açıklamak yada ayrıştırmak değildir İnsan, dünyanın kolay bir parçası olarak düşünülmemelidir, biyolojinin, toplumbilimin, ruhbilimin basit bir nesnesi olarak ele alınmalıdır O, her şeyden önce, dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık tır Ben mutlak kaynak'ımder Merleau Ponty (Phenomenologie de la Perceptioy İnsan çevresinden giderek kurmaz kendini, fakat çevresine yönelir İnsan dünyadadır ve kendini dünyada tanırMerleau Ponty'nin felsefesi Sartre'ın felsefesinden bir noktada şüphesiz ayrılır: Başkasıyla olan ilişkim, kolay bir ilişki olmasa da, olanaksız bir ilişki değildir Ben bir dünyada yaşıyorum Bu dünya herhangi bir dünya değildir, bir doğal dünya olmaktan fazla ötededir, çünkü ben bir kültürortamında doğmuşum, yöremde yalnız ağaçlar ve sular yok, aynı zamanda bir uygarlığı ortaya koyan nesneler bulmuşum Bir kültür nesnesinde ben, isimsiz bir örtü altında, başkasının akın varlığını bulurumBirincil kültür nesnesi başkasının bedeni'dir Başkasının varoluşu nesnel düşünceyi zorda bırakır Başkasının bedeni, benim kargımda, anlamla dolu, işaretlerle yazılı, okunacak bir kitap gibidir Başkası cehennem değildir benim için, aksine büyük bir ilişki olanağıdır, büyük bir ilişki alanıdır Başkasının bedeni, çünkü, bir nesne değildir benim için, benim bedenim de başkası için bir nesne değildir; benim bedenim de başkasının bedeni de işaretler seslenmek olan davranışlarla kurulmuştur Başkasının tutumu beni kendi alanında nesne durumuna indirgemez, benim başkasıyla ilgili algım da başka biri m benim alanımda nesne durumuna indirgemez Merleau Ponty, bu nokta da, Sartre'ın anlayışına adamakıllı zıt düşecek bir görüntü açısına yerleşir: Başkası, ikinci bir ben'dir, çünkü onun bedeni benimkiyle avnı yapıdadırBedenimizi parçalan bir nadiren sistem oluşturur başkasının bedeni de benim bedenimle tek bir bütün oluşturmaktadır,benzer olgunun tersi ve , yüzüdür bunlar Sartre, başkasıyla ilişkiyi olası fakat olumsuz bir ilişki ı olarak koymuş, bununla birlikte aşırı solcu bir dünya görüşü içinde insanın ortaklaşmasını, ortak eylemde bulunmasını bir realite olarak ileriye sürmüştü Merleau Ponty, ben başkası ilişkisini, görüldüğü gibi, daha olumlu bir yönden, ben'le başkasının benzer yapıda oluşu yönünden alır SANATTA VAROLUŞÇULUK Sanatta varoluşçu davranış 'felsefedekine kadar kesinlikle fazla daha yaygın ve fazla daha dağıtılmış oldu Sanatta varoluşçuluk bilhassa 1940'dan sonra, bilhassa yazı sanatlarında, daha fazla da romanda gelişti Fransız romancısı Andre de Richaud (19091923) birincil varoluş romancısı sayabiliriz Andre de Richaud, La Douleur(Acı) ve La Nuit Aveuglanteadlı yapıtlarıyla, varoluşçu romanın hazırlayıcısı, öncüsü olmuş, özellikle varoluşçu sanatçıların en önemlilerinden biri olan Camus'yü etkilemiştir İnsanın varoluşsal açmazlarına dikkatli bir gözlemci olarak yönelen Richaud'ya varoluşçu sanatın Husserl'i seslenmek sanırım hatalı olmaz Varoluşçu romanın birincil büyük kişisi muhakkak Çek yazarı Franz Kafka'dır (1883 19241 Etkisi ölümünden sonradan gelişen Kafka, yaşadığımız dünyanın saçmalığını, bu saçmalık aleyhinde insanın umutsuzluğunu, gerçeği değişik merceklerle yansıtarak, ara sıra gerçeküstücülüğe kaçan bir dille anlattı Bilhassa Das Schloss(şato) adlı yapıtı önemlidir Şato, Kafka'nın hafıza ve duygu dünyasını o kadar yoğun bir biçimde yansıtır Varoluşçu romanın esas kişilerinden biri de J P Sartre'dır Bir fazla roman ve birçok oyun yazmış olan Sartre, sanatım felsefi görüşlerini açıklamada vasıta olarak kullanır gibidir Les Chemins de la Liberte(Özgürlüğün Yolları) adlı üçlemesi, Les Mouches(Sinekler) ve HuisClos(Kuytu Oturum) adlı oyunları, La Nausee(Bulantı) adli romanı esas yapıtlarıdır Bu yapıtlarında çoğunlukla insanın varoluşsal sorunları, bilhassa abuk subuk karşı duyduğu bunaltı duygusu ele alınır, özgürlüğe yönelişin koşullan incelenir Varoluşçu romanın bir diğer temsilcisi Albert Camus'dür (19121960) Varoluşçuluğun sorunlarına bir filozof olmaktan fazla bir düşünür olarak yönelen Albert Camus, bilhassa saçma sorununu inceler L' Etranger si (Yabancı) kendini insanlar içinde sürgün duyan bir yabancının serüvenini anlatır Bu yabancı adam insanlarla ilişki kuramaz, insanlarla hiç bir şeyini paylaşamaz, onların yasalarına da uyamaz ve bu yüzden onların hışmına uğrar La Peste(Veba) romanında Camus, kitle halindeki ölümleri, öldürmeleri simgeleştirir Camus varoluşla ilgili düşüncelerini L'Homme révoltéde (Başkaldıran İnsan) ortaya koymuştur Varoluşçu sanatın manâlı kişileri aralarında Simone de Beauvoir (doğ 1908) ile André Malraux (doğ 1901) da vardır Birçok roman ve oyundan diğer, hafıza kitapları, denemeler de yazmış olan Beauvior, daha fazla çağdaş dünyadaki kadın sorunlarıyla, bilhassa de kadının cinseltoplumsal sorunlarıyla ilgilenir, başlıca yapıtı: Sang des Autrees(Başkalarının Kanı) Daha çok La Condition Humaine(Insanlık Durumu) adlı romanıyla tanınan André Malraux'ya gelince o daha çok Nietzsche'ci bir anlayışa yatkındır Nietzsche gibi o da Tanrı'nın ölmüş olduğunu bildirir Malraux, sanatı, insanı yıkan bir evrene karşısında tek kurtuluş yolu olarak koyar İnsan sert ve barbar bir evrende, kendi yazgısıyla başbaşa bırakılmış olmanın saçmalığını yaşar Ona göre, dinler dönemlerini tamamlamışlardır; insan kendini kültürle kurtarmak zorundadır bundan böyle Varoluşçu sanatın öbür büyük temsilcileri, özellikle Sartre, Malraux'ya göre daha ilerici bir tutum içinde görünür BIZDE VAROLUŞCULUK Bizde varoluşçuluk öyle etkili olmadı Ama varoluşçulukla ilgilenildi, varoluşçu felsefenin değilse de varoluşçu sanatın başlıca yapıtları dilimize çevrildi Varoluşçuluğun bizde o kadar manâlı olmamış olmasının esas nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasındaki inşa ayrılığı olmalıdır Varoluşçuluk felsefede derinlikli, fazla zaman çetrefil, zaman zaman ayrıntıda yiten bir öznelciliğe, gelişmiş bir varoluş araştırmasına, sanatta insanın dünyayla ilişkilerinden doğan açmazlarına, bunalımlarına, özgürleşme tutkularına karşılık olmaya çalışmakla, gelişmiş bir burjuva kültürünün varlığını gerektiriyordu Varoluşçuluğun sorunları bir yandan bizim kültür düzeyimizi çok aşan, bir yana da bizim toplumsal durumumuzla uyumsuz sorunlardır Azgelişmiş ve yoğun bir kültür etkinliği ortaya koyamamış bir toplumda insanın sorunları daha diğer yollardan çözümlenmeliydi Bizde Marx'cı dünya görüşünün yalan yanlış ve ağır aksak da olsa varoluşçuluktan daha etkin olmuş olması anlamlıdır Marx'cılık, çünkü, daha çabuk ve daha maddi çözümler sözvermekteydi bununla birlikte, bazı genç yazarlarımız (örneğin Demir Kısa Ve Öz) bir ara insan sorunlarına varoluşal çözümler getirme yollarım aradılar ve bilhassa bunaltı sorunu üstünde durdular Gerçekte bu güç tutacak bir aşıydı Varoluşçuluğun getirdiği bilgilerden düşüncede ve sanatta yararlanılabilirdi fakat, doğrudan doğruya varoluşçu bir akıl veya sanat kolay durum geliştirilemedi bizde Bir Takım çabuk dönüşümlerin kendini göstermesi ve birincil bakışta bir kent soylu devrimine benze yen bir 27 Mayıs deviniminin gelmesi, bu yazarları varoluşçuluk yolundan toplumculuk yoluna itti çabucak Gene de, varoluşçuluk toplumumuzda kesin bir ölçüde etkin olmuştur Olacaktır Çünkü her toplum gibi bizim toplumumuzda da öznelci tutumun , öznelci gösterme açısının bir karşılığı vardır; özellikle çağdaş ruhbilimdeki gelişmeler varoluşçuluk kesinlikle bu gelişmelerden büyük ölçüde yararlanmıştır ister istemez bizde de ilgi uyandırmaktadır Bundan Böyle yeniden insan öznel nesnel, bireysel toplumsal bütünlüğü içinde ele alınmaktadır GENEL BAKIŞ VE NETICE Varoluşçuluk, insanın varoluşsal sorunlarını öznellik düzeyinde tartışan çok yönlü, çok dağıtılmış bir dünya görüşüdür Bu dünya görüşü, felsefe düzeyinde, bir şeyler araştırması anlamı taşır, insanın şeyler dünyasındaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara çözüm getirmeye çalışır, sanat alanında da insanın varoluşsal sorunlarına (bunaltı, tercih, ilişki, ümidini yitirme, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası, yalnızlık, aşkınlık vb) açıklık getirmeye yönelir Varoluşçu felsefe, bu tutumuvla, bir yaşam felsefesi özelliği gösterir, dünya ve insan karşısındaki tutumuyla alışılmış felsefenin tutumuna karşıt bir yönde yol alır: Herzamanki felsefe bir özler araştırmasını amaçlıyordu, varoluşçu felsefe direkt varoluşsa, insanın öznel bütünlüğüne yönelir ve özleri bu varoluştan gitgide artarak belirler Varoluş öz den önce gelirilkesi her varoluşçu filozofun başlıca ilkesi olmuştur Varoluşçu felsefenin bir öznellik araştırması olarak belirlenmesi onun bireyi kendi içine kapalı bir yapı olarak belirlemesi sonucunu doğurmaz Ben'in varoluşu, dünyanın ve başka ben'lerin varlığını silmez Ama her şey, ben'in kişisel varoluşu üzerine temellendirilecektir Bugün yürürlükte olan, etkinliğini sürdüren iki büyük felsefe var: Varoluşçuluk felsefesi ve Marx'çılık Bunlar birbirleriyle pek uyuşmaz görünseler de, bir bakıma birbirleriyle doğrulanıyorlar, en azından birbirlerinden yararlanıyorlar Çünkü gerçek insan başarıları, yakınlıklarıyla ya da karşıtlıklarıyla, deyim yerindeyse birbirlerini dölleyen etkinliklerdir öte yandan, ortaklaşan insan, öznelliği olmayan insan değildir Oysa, ortaklaşmanın tercih işi olmaktan çıktığı, bir zorunluluk durumuna geldiği bir dünyada Marx'çılık, öznelcilik çemberini aşmâyan, vermek istemeyen, aşamaz olan varoluşçuluk aleyhinde da ha istikrarlı, daha içten görünüyor Çünkü bireyselliğimizin yetkinliğini, oysa ve ancak, ortaklaşmamızın sağlamlığı, yaygınlığı, adaletliliği sağlayacaktır Marx'çılık gelişimini , tamamlamış kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir O, aksine, kurulmakta olan bir felsefedir, süregiden oluşumların, yeni dönüşümlerin, yepyeni yapıların gereklerine kadar, kendini her tarafta doğrulamak durumunda olan, yani temellerini her tarafta kontrol etmek ve bu temelleri daha akılsallaştırmak zorunda olan bir felsefedir Varoluşçuluk da gelişimini tamamlamış, yerleşmiş, bitmiş bir felsefe değildir Çünkü çağdaş toplumun bunalımlı insanı yaşıyor Kurtulmuş insanbir tasarıdır ama Dünyayı sömürmüş, şişirilmiş, dolu, lakin doygunluğu ölçüsünde bunalımlara düşmüş, sonunda kendi kendini yemeye başlamış, doygunluğunu bir bakıma kendi zararına kullanmış bir büyük toplumun açmazlarım karşılayacak bir zaman Ayrıca ve daha önemlisi, o kendini kendi içinde arayan, bu arayışa yerden göğe değin hakkı olan insanın gereklerini karşılamaya çalışıyor ne zamandır Biz bu bunaltıyı yaşamamış olabiliriz, bu bunaltıyı bir lüks olarak yaşamak istemiş, veya tamamen yadsımış ola biliriz Lakin bunalan ırk var, bunların bunaltısı gerçektir Avrupa insanının bunaltısı üzerine resmileşmiş olan bir hayat felsefesi, dünyanın diğer yerlerindeki insanlara, özellikle şu ya da böylece bunalan insanlara ne diye bir şeyler söylemesin Bazı felsefeler bitmez, insan yaşamına ve felsefe tarihine etkili olarak katılır, onlar hakiki dönüşümlerin bildirileridirler Aristoteles Descartes ' daima vardır, Marx daima varolacaktır Bundan Böyle hiç bir temel sorunu onlara götürmeden çözümleyemezsiniz Geçmişi onlar kurmuşlardır, bugünü onlar oluştururlar, yarını onlar doğrulayacaklardır Bu anlamda varoluşçuluk da, çoğunlukla sanıldığının aksine, geldigeçti bir tavır, bir moda olmaktan öte bir amaç taşıyor O, ola ki de, insanın gitgide artarak büyüyen ve karmaşıklaşan öznelliğini (pek ya, geri zekâlılık diye bir durum olduğunu bile daha yeni öğrendik) tüm boyutlarıyla keşfedişini, Amerika'yı keşfedercesine keşfedişini karşılıyor Bugün varoluşçuluğun kaynaklarını felsefe tarihinin derinliklerinde aramamız gerekiyor mu, bilmem Fakat o, bugün, birçok yönünü, birçok güçlülüğünü, çoğu açmazını bunaltısından gitgide artarak keşfetmiş, dünyadaki konukluğunun bütün anlamında bilincine varmış, başkalarıyla ilişki kurmakta yetersiz kalışının acısını çekmiş insanın kendine dönüş çabasını, dışa açılabilmek için kendini bir defa kendi içinde doğrulama çabasını karşılamaktadır O, ruhsallığının etkinliğini bir bu dünyalı olarak bütün olanaklarıyla görmüş ve yaşayan insanın kendini arayışını karşılamaktadır