urgot
FD Üye
Vehhabilik
Vehhabilik ve Vehhabiliğe Bakış Açısı
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman'ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır.
Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali'nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir.
Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir.
Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır.
Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur.
İki asır kadar önce Arap Yarımadası'nda Necd dolaylarında Muhammed b. Abdilvehhab (1115-1206) tarafından kurulan Vehhabilik, bugün Suudi Arabistan'ın resmi mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslam ülkelerinde taraftarları vardır.
Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehhabi” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından verilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhabiliğe, Türk tarihinde “Haricilik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendi inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhabilik ile Haricilik arasında benzerlik bulmak, tabii karşılanmaktadır.
Bununla birlikte Vehhabiler, kendilerine “Muvahhidun” derler ve kendilerini İbn Teymiye'nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel'in mezhebini devam ettiren Sünniler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, itikadda Selef, amelde de Hanbeli mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikad hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikadda Hanbeliyiz; Vehhabi diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhab, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve itikadda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıklarını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan Vehhabiliği müstakil olarak ele alınmak durumundadır.
Neşet çağatay, Vehhabilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye'nin, Ahmed b. Hanbel'in ve İbn Teymiyye'nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhabiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. çağatay, Vehhabilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı feri meselelerde de Ehl-i Sünnet'ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet çağatay, “Vehhabilik”, İ.A., XIII, 264).
Tarihçe:
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhab, 1115/1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye'nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra'ya gitmiştir. Orada tevhid konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur'an ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad'ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bi'1-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) prensibini ilan ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne'ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihlasla Allah'ın dinine yardım ettiği takdirde Allah'ın onu Necd bölgesinin hakimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emir Osman'a Der'iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebile'de bulunan Zeyd b. el-Hattab (12/634)'ın mezarını, Allah ve Resulü'nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne'nin önemli bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd'in kuvvetli kabilelerinden biri olan Halid oğullarının reisi Süleyman b. Urey'ir'e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad'a çok yakın bir yer olan Der'iyye'ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suud'la anlaşır ve böylece Vehhabi devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddi güç ve destek, Muhammed b. Suud da bu fikirlerin doğuracağı imkanla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve hakimiyetini arttırarak Arap Yarımadası'na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur.
İbn Abdilvehhab, Der'iyye'de “Kitabu't-Tevhid” adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid'atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalalete düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam'ın tesiri altında çeşitli akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezzab, Secah, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansi gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankar ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhab'ın ganimet vaadeden fikirleri cazib gelmişti. öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehhab'ın “Tevhid dinini” yaymak için cihad adına kudsiyet kazanıyor ve meşrulaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehhab'ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu.
Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor: Vehhabi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhabilerin ecdadından ve çoğunluğu Necid halkından olan Haricilerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Şah-ı Velayet - Velilerin şahı” ünvanını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte Hariciler ve şimdi ise Haricilerin bayraktarı olan Vehhabiler, ileride söz edileceği gibi velayeti inkar etmişlerdi.
Müseylime-i Kezzab'ın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde, Halid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidin'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e gücenmişlerdi. Halis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran'daki eski devlet Hazret-i ömer'in (r.a.) darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiiler Al-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i ömer'e ve Hazret-i Ebu Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.
İbn Abdilvehhab 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suud tarafından zaten başlatılmış bulunan siyasi cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suud zamanında başlayan toprak kazanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hakim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti'nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecburiyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti'nin bu zayıf halinden istifade ile cür'etlerini alabildiğine artıran Vehhabiler, Basra Körfezi civarında hakimiyet kurdukları gibi, Necef'te Şiilerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabilerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suud, 10 Muharrem 1802'de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin'in türbesi yağmalanır.
Taif Vehhabilerce işgal edilir (18 Şubat 1803). Cevdet Paşa, Vehhabilerin Taif'e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir:
“Vehhabiler Taif'te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhari ve Müslim'in Sahiheyn'i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünun ve saireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Tarih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).
Taif, Mekke ve Medine'yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suud, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnud kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salat-u selam getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selamu ala Muhammed” diye selam vermelidir...” (Eyub Sabri, Tarih-i Vehhabiyan, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkalade cür'etkar şekilde hitap ermekten çekinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur: 1- Allah'a Vehhabilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. 2- Hz. Muhammed'e Vehhabi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek. 4- Muhammed b. Abdilvehhab'ı Allah'tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehhabi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vehhabilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. 7- Dini ve siyasi her türlü emir ve yasaklara uymak. (Eyub Sabri, Tarih-i Vehhabiyan, s. 135-136; Neşet çağatay, “Vehhabilik”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Artık Vehhabi devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu'na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhabiliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve Taif'i Vehhabiler'den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud'un üstüne yürür. İbn Suud direnirse de 1814'de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı'nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böylece Vehhabiliğin ilk dönemi kapanır.
Ancak Suud hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad'ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suud hanedanından Abdülaziz b. Suud, 1901'de Vehhabi devletini ihya eder. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suud'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)
İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi'nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suud, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklalini ilan eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suud, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suud, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siyasi ve askeri teşkilatının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehhabi zihniyetini canlandırmayı başarır.
Görüşleri:
1. Tevhid
Vehhabilik inancını tesis eden Muhammed b. Abdilvehhab'ın görüşlerinin temelini tevhid anlayışı teşkil eder. Şirk, bid'at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet kelamcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhid”, Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleri yönünden birlenmesi; O'nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Allah, Kendisine ortak koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ (Nisa: 4/48). “Muhammed'e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah'tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O'nun nimetini engelleyecek yoktur...” (Yunus: 10/105-107).
Ayrıca Resulullah (s.a.s.), bir hadislerinde, “Lailaheillallah diyen ve Allah'tan başka ibadet olunacak şeyleri inkar eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah'a aittir” buyurur”.
Bu ayet ve hadisler, tevhidin, Allah'ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhab, “Lailaheillallah"ı yalnızca telaffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lafzı ile birlikte anlamını bilmenin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet etmenin, Allah'tan başka ibadet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadisin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler(1). Ona göre tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.(2)"
O, bu hususta Cahiliyye devri Arapları'nın davranışlarını misal gösterir ve “Resulullah (s.a.s.)'ın kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah'ın birliğine inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah'a dua ettiklerini ve bazılarının Allah'a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lat gibi iyi insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler(3). İbn Abdilvehhab için, Cahiliyye devri Arapları'nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki: “İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; meleklere, evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız Allah'a ihlasla yönelirler; içreklerini O'ndan isterlerdi. Allah buyurur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” (İsra, 67).
"De ki: üzerinize Allah'ın azabı gelse veya kıyamet saati size gelip çatsa, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana bildirin. Hayır, sadece Allah'a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir; siz de O'na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” (En'am, 40-41).
Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resulullah'ın harp ilan ettiği müşriklerin boş zamanlarında Allah'tan başkasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah'a yöneldiklerini ve O'na şirk koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah'la beraber Allah'a itaat eden, O'nun emrine boyun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah'a karşı gelmez. Zamanımız İnsanları ise, Allah'la beraber fasıkların en şiddetlilerine iltica ederler, onları yüceltirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık edenler, namazı kılmayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve ağaç gibi Allah'a karşı gelmeyene iltica etmek, fasıklığı, bozgunculuğu apaçık görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.(4)”
İbn Abdilvehhab'a göre tevhid üçe ayrılır: “İlki Tanrı'nın isim ve sıfatlarında birliktir; diğeri Rabblıkta tevhid (Tevhidu'r-Rububiyet)'dir ki, Allah'ın her şeyin Rabbi ve maliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer üçüncüsü ise, “Tevhidu'l-Uluhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhab'ın anlattığına göre bu çeşit tevhidden maksat, kulların fiilleri ile Allah'ın birlenmesidir. Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taalluk eder. Tevhidu'l-Uluhiyet, ortağı olmayan Allah'tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir. Allah'tan başkasından yardım isteyen, Allah'tan başkası için kurban kesen ve nezreden kimse kafirdir.”
Buna göre Allah'ın emirleri ve Peygamberi'nin Sünnet'i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi (bid'at) ve tevessülü terk ederek Allah'ı birlemeye Tevhid-i Ameli denir. İman ile küfrü ayırt eden ameli tevhiddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen, yani Allah'a ortak koşan, tazim ve ibadeti yalnızca Allah'a tahsis etmeyen, yardım ve mededi Allah'tan istemeyen, O'nun haram kıldığından sakınmayan kimse kafir ve bu gibilerin malları ve canları helaldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile bunları katil ve mallarını yağma etmeleri helaldir.”
Böylece İbn Abdilvehhab, bu mes'eledeki sert ve katı tutumuyla Haricileri taklid etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Hariciler de, Vehhabiler gibi, amel'i imana dahil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yerine getirmemeyi küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 (17 Muharrem 1217) tarihli Hatt-ı Hümayunda özetlendiğine göre Vehhabiler amelin imanın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye'ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için terk eden kimse kafirdir, mal ve kanları helaldir20. Nitekim Vehhabiler, amelin imanın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve canlarının kendileri için helal olduğunu kabul etmişlerdir21.
Ehl-i Sünnet, “tevhid"i, İbn Abdilvehhab'ın anladığı şekilde fevkalade dar kalıplar içinde ele almamış ve onun gibi keyfi yorumlara gitmemiştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve itikadda Hanbeliyiz...” dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'e göre iman, hem söz hem de ameldir, iman iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle imandan çıkar; ama tövbe edince yine imana döner, Allah'a şirk koşan, farzlardan birini inkar eden kimse İslam'dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah'a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22. İbn Hanbel'e göre, iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir. İslam ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah'a şirk koşmamak, Kur'an ve Sünnet'te sabit bir emri inkar etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslam'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkardır(5). Oysa İbn Abdilvehhab ve dolayısıyla Vehhabiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış olmaktadırlar.
2. Şefaat
Şefaat, birinin bağışlanmasına delalet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhab, şefaat konusundaki görüşlerinde İbn Teymiye'yi takib eder ve delil olarak Kur'an-ı Kerim'in şu ayetlerini gösterir:
"Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. O'ndan başka bir dost ve aracı (şefi') yoktur..” (En'am, 51).
"O'nun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir?” (Bakara, 255).
"Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez...” (Sebe', 23). "De ki: Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır...” (Zümer, 44).
"Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” (Necm, 26).
Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi de, şefaatin Allah'a ait ve Allah'ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle olması da tabiidir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Malikidir, Dileyenidir. Ancak yine Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ve salih kulların şefaat haklarının bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhab da, Hz. Peygamberin şefaatinin bulunduğunu kabul eder ve O'nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra, “Fakat şefaatin hepsi aslında Allah'ındır” der ve şöyle devam eder: “Şu halde, şefaati Allah'tan iste ve şöyle de ‘allahım beni onun şefaatinden mahrum etme... Allahım, onu bana şefaatçi kıl...' Eğer, Hz. Peygamber'e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan Allah'ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver: “Allah ona şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: Allah'la beraber kimseyi çağırmayım...” (Cin, 18). Şayet Peygamberi'ni sana şefaatçi kılmasını istiyorsan, O'na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka, mesela meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah'ın Kitabı'nda zikrettiği iyi insanlara ibadet mefhumuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah, şefaat iznini (asıl metinde izin kelimesi yoktur) ona vermiştir; ben de Allah'ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş olursun.(6)"
Ona göre, “Cenab-ı Allah da müşriklerin Allah'ın varlığına inandıklarını; fakat meleklere, peygamberlere, velilelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kafirler doğrudan doğruya onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara yöneliyor ve şefaatlerini Allah'tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp kafirlerin sözüdür.(7)”
Bu noktadan itibaren, İbn Abdilvehhab'a göre şefaatla bir arada mütalaa edilen tevessül konusu ortaya çıkar.
Tevessül
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslam ve sünnete mensub olanlar bilsin ki, birçok sebeplerden dolayı İslam'dan çıkmaktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali b. Ebi Talib, Mesih hususundaki aşırılıklardır... Mesela, ey filan efendim bana yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların hepsi de şirktir ve sahibinin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe ederse ne ala; aksı halde öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmaen küfre girmiştir.(8)”
Vehhabilerin, bu görüşleriyle salih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre, “tasavvuf İslami olmayan bir bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükaşefe dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.(9)“ Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi olduklarına inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar vardır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvarmaktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi mertebelere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz olduğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedi helak oluş ve azab vardır... Bunlar Kitab, imamların akideleri ve ümmetin icmaina muhaliftir. Kur'an-ı Kerim'de, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber'den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa, 115) buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve ölümlerinden sonra tasarruflarının bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah'ın “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye. kadirdir.” (Al-i İmran, 189) ayetini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf, takdir hususunda, tekdir... O halde Allah'tan başkasına yalvarmak küfürdür, şirktir ve sapıklıktır(10).
Vehhabilerin büyük imamlarından meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzi gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabi gibi büyük evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini Şiilere karşı Hazret-i Ebu Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Harika faziletlerini adileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabi gibi çok evliyayı inkar ve tekfir ediyorlar.
Muhammed b. Abdilvehhab'in şefaat ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet'in anlayışından farklı bir anlayışa sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah'a ait ve ancak O'nun izni ile olacağına Hz. Peygamber'in büyük ve küçük günah işlemiş mü'minlere şefaatinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitab, Sünnet ve icma ile sabittir, der.
Ayrıca Vehabilerin, tevessülü ibadet şeklinde anlayarak karşı çıkmaları da yanlıştır; çünkü ibadet, Allah'a tarifsiz bir inanç ile boyun eğmek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubudiyyet, yani kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta ashabın Resulullah'a tevessülü, bizzat O'nun başkaları için Allah'a tevessülü ve vefatlarından sonra da O'nun ve salih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet'in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur'an'ın ruhuna uygun bir davranıştır(11).
Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddi ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslam'ın özü ve ruhu demektir, özsüz ve ruhsuz din olmayacağına göre, İslam'da tasavvufun olması fevkalade tabiidir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan başka bir gayeyi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur'an ve Sünnet'in, nefsani arzulara göre değil, ilahi iradeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O'na bağlanmak, aslında, İslam'ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhabilerin, tasavvufun İslami olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona batıldır. Tasavvufun İslami olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslam'ın, yani Kur'an ve Sünnetin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurları olarak bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur'an ve Sünnet'in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah'la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlimlerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tarihimiz açısından, Anadolu'nun İslamlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San'at, musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel örnekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demektir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslam'ı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizam halinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüştür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın daim Allah'ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir.
Burada tasavvuf, tekkeler ve velilerin, Vehhabiler karşısında savunmalarını yapacak değiliz; çünkü onların, büyük geçmişleri ile buna kesinlikle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek heva ve hevesine uyan kimseye uyma” (Kehf, 28) emrince, kendilerini Allah'a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.
3. Bid'at:
İbn Abdilvehhab, bid'at konusunda tamamen İbn Teymiye'ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre, “Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid'at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahih hadislere göre Resulullah (s.a.s.) da, ‘Her yenilik bid'attir ve her bid'at sapıklıktır' buyurmuştur” diyen Muhammed İbn Abdilvehhab, bu hususta Ahmed b. Hanbel'in şöyle söylediğini nakleder: “(Hadisleri) Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyan es-Sevri (v. 161/777)'nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “...O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63). Muhammed İbn Abdilvehhab devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der(12).
İbn Abdilvdıhab'ın torunu Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel'den rivayet olunan bu görüşün açıklamasında ayrıca, İbn Abbas'ı delil göstererek, “Allah'ın sözüne uymayan ve Nebi (s.a.s.)'den başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitab ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid'atler, sapıklık alametidir. Ayrıca “akaid konusunda kelamcıların, helal ve haram konusunda fakihlerin sözleri delil olamaz.”
İbn Abdilvehhab'ın en korkunç ve hatta şirk olarak gördüğü bid'atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de Zeyd b. el-Hattab'ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki onlara, bir kısım yazarlarca “Mabed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir(13). Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhabilik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den bu konuda şu nakilde bulunur(14): “Müslümanların Vehhabilere nefretini gerektiren bir husus vardır. O da Vehhabilerin istila ettikleri bir ülkede fikirlerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke'ye girdiklerinde eserle ilgili birçok kubbeler (türbeler) yıktılar: Hz. Hatice'nin türbesi, Peygamberimizin ve Hz. Ebu Bekir'in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin başında gelir. Medine'ye girdiklerinde ise, Allah Rasulü'nün kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar, Müslümanların gazabına ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu. İnsanlardan bazısı, tarihi eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslami şefkatin sembolü olan Peygamber'in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü. Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.”
İbn Abdülvehhab'ın mezarlarla ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber'in, “Şu üç mescidden başkası için (sevap umarak) yolculuğa çıkılmaz: Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mabed yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı ibadet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirlerini mescid ittihaz edenlere, Allah'ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki daha birçok hadisini delil getirerek, mezarlarda ibadet edilmesini şirkle aynı seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye'nin görüşleri istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve Resulü'ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç bid'attir(15). Ayrıca Hz. Peygamber'in “Evlerinizi mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salavat getirin; çünkü salavatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadisine göre, sevab umarak Hz. Peygamber'in kabrini daha ziyaret edip orada ibadette bulunmak yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da vesile olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapılmışlardır. Mezarlar üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhada vesile olan en kötü fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid'attir.
Peygamber'in hatırasını ta'ziz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah'tan başkasına tapmaktır; dolayısıyla şirktir. Delail-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber'e ibadet mahiyetindedir. Hz. Peygamber'e salatü selam getirilir; ancak bunu bir ibadet haline getirmemek, “Seyyiduna ve Mevlana” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbih çekmek ve dua etmek de bid'attir.
Vehhabiler, bid'attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmişler, yasaklamışlardır. Mesela mevlid toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlid okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhabilerin yasakladıkları şeyler arasındadır(16).
Nazar değmemesi için nazar boncuğa taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah'tan başkası için kurban kesmek, Allah'tan başkası için adak adamak, belanın, hastalığın yok olması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere, evliyaya saygı gösterip Allah'tan başkasından niyaz, dua ve yardım dilemek bid'attir, şirktir.
Vehhabilere göre, Allah'a şirk koşmanın gizli ve manevi olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk etmek bu nevidendir; çünkü bu işler, Allah'tan başkasına gösteriş için yapılmaktadır. Bir kimsenin salih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da şirktir. Dehre, havaya, rüzgara sövmek şirktir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bid'attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürted) hükmü verilir.(17)” Namazın cemaatle kılınması mecburidir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'ten hariç Şiilere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zir cezasının verilmesi, Vehhabilerin davranışları arasındadır.
Tütün ve kahve içmek İbn Abdüvehhab'a göre çirkin ve kötü şeylerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, çirkin koku sebebiyle soğan ve sarımsağa benzer, üstelik insana da zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk için olduğu gibi kırk değnek vurulur. Ancak Vehhabilerin bugün tütün ve nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir.
Vehhabilere göre, bir başka bid'at de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur'an'dır. Kütüb-ü Sitte denen altı hadis kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Şiilerin, kelamcıların, mutasavvıfların, ahlakçıların dayandıkları hadisler mutlak surette mevzudur, delil olamaz. Kur'an ve hadise dayanan icma ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur'an ve Sünnet zahiri anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu manada müteşabihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre manalandırılır. Bu işte aklı ve te'vili işe karıştırmak bid'attir, küfürdür”.
Allah'ın zatı ve sıfatlan ile ilgili Kur'an-ı Kerim'de geçen ayetler, Vehhabilere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre manalandırılmalıdır. ümmet'in selefi, Allah'ın zat ve sıfatlarını bildiren müteşabihleri te'vile yanaşmamışlar ve onlar Allah'ın Kendini vasfettiği ve Resulü'nün de O'nu sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tile yanaşmaksızın kabul etmişlerdir. Te'vil bid'at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhab'ın, Allah'ın zatı ve sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel'i taklid ettiği aşikardır. Müteşabihlerin ve Allah'ın sıfatlarının, zahir manalarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah'ı cisimlendirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah'ın sonradan olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah'ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih hükümlerin te'vil edilmesinin, Allah'ı teşbih, tecsim ve ta'tilden tenzih için caiz ve hatta zaruri olduğunda birleşmişlerdir(18).
Görüldüğü gibi, Vehhabilerin şirk olarak gördükleri bid'atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin aslı ile ilgileri bulunmayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik dünyalarının tabii bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. öte yandan Vehhabilerin mezar ziyaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü Resülullah (s.a.s.), kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashab ve selef de, İslam'ın başlangıcından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde bulunmuşlardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam haline getirmek haramdır. Ancak unutulmamalıdır ki, İslam'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zimi, şirk olarak değerlendirmeye hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslam'da, Allah adına yapılan bir iştir ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbirine karıştırmayacak derecede iman salabetine sahiptirler. Hasılı dine ve imana, mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur'an ve Sünnet'in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlığın dini olan İslam'ı basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir?
4. el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Münker:
“İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslam mezheplerinin benimsediği bir Kur'an emridir. Ancak bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet, bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için makul olan yolu benimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah'ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” (Maide, 99) emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vacib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır”.
Hariciler ve günümüzde yaşayan kolu İbadiyye ise, bu görüşü, İslam'a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhabilere tam bir örnek olmuşlardır. öyle ki, Vehhabiler, Kur'an ve Sünnet'in dışındaki her yeni şeyi Bid'at saydıkları ve bid'atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur'an-ı Kerim'in, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmran, 110) ayetine göre zaruri olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullanmaktan çekinmemişlerdir(19).
Nitekim Suud'un daha önce sözünü ettiğimiz, Medine'yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların derslerine devam ve her ne mev'iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise, mucib ve muktezaları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'ruf' anlayışının izleri görülebilir.
"İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid'ati içine alır şeklinde tatbiki, Vehhabileri fevkalade katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu hususta Katib çelebi (v.1659) şunları söyler: “Bid'atler, halkın arasında bir töreye ve adete dayanır. Bir bid'at, bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak (el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Münker) işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp adet edindiği işi, eğer (ister) sünnet, eğer (ister) bid'attir, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Mesela itikadda olan bid'atler için Sünni padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid'atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid'atten döndüremediler.”
"İmdi, halk adetini bırakmaz, her ne ise, Allah'ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslamların düzenini korumak ve İslamlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lazımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid'atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah'ın elçisi üzerine düşen ancak bildirmektir (Maide, 99). Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yolda derinleşmek ve incelemek faydalı değildir.
Zira, Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzaklaşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid'attan sıyrılmış değildir.”
"İmdi, ümmetin şefaatçisi -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- olan Hazret'ten (Muhammed Mustafa) niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid'at suçlarının çokluğuna bakmayıp Allah'a iman etmiş ve O'nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete tam tamına riayet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve mekanın başkalığından lazım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak kaidesine dayanır.(20)”
5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri:
Vehhabilik, doğuşundan bugüne kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun “modernist” bir hareket olduğunu “İslam reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhabiliğin Hanbelilik ile Haricilik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhabilik, Zahiriyye, yani ayetleri mecazi anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır.
Ancak Vehhabilik, ne şekilde görülürse görülsün, aşikar olan cihet şudur: Vehhabiler, diğer bütün İslam mezhepleri gibi Kur'an ve Hadisi temel kaynaklar olarak görmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme hususunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn Abdilvehhab ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Ancak bu hususta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam bir bağlılık söz konusu değildir. çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur'an ve Hadisin, te'vilden uzak zahiri hükümleridir. Bu bakımdan Allah ve Resulü'nden başka, haramı haram, helali helal kılacak yoktur; çünkü Kur'an ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkam çıkarmada akla ve te'vile yer yoktur. Kur'an ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur'an'ın zahirinden çıkardır. Kur'an-ı Kerim kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Müteşabih ayetler de delildir; ancak bunlar te'vil edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları te'vil ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah'ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zat, gerek sıfatlar hakkındaki ayetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih manaları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah'ın Resulü bildirirdi”.
Kur'an-ı Kerim ve hadisleri, Allah'ın sıfatlarını ve müteşabihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir şekilde insanı teşbih ve tecsime götürecektir. Bunun içindir ki, Vehhabiler ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır.
İbn Abdilvehhab'a göre, ictihad kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklid etmek dinden çıkmaktır. Vehhabiler ictihad kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp ictihad kapısını kapalı tutmanın felaket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat kendileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.
öte yandan Vehhabiler, ameli yönden olduğu gibi, iman noktasından da zahire bağlı kalmışlardır.
Onlara göre iman, daha önce de söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik, amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse, Vehhabilere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricilerin anlayışını benimsemek demektir. Kısaca Vehhabiler, Kur'an ve Sünnet'e dönüş gibi, gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vasıtası kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihad kapısını, daha da sıkı bir şekilde kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısırlaştırmak demektir.
Sonuç olarak şunları beyan etmekte yarar bulunmaktadır: Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır. Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. ümit edilir ki, bu yanlışlar tekerrür etmez. Hz. Ali'nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir.
Dipnotlar:
* Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'ya ait olan “çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. önemli bir kısım dipnotları verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir2004, s.89-111.
Kaynak : Sorularla İslamiyet
Vehhabilik ve Vehhabiliğe Bakış Açısı
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman'ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır.
Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali'nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir.
Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir.
Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır.
Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur.
İki asır kadar önce Arap Yarımadası'nda Necd dolaylarında Muhammed b. Abdilvehhab (1115-1206) tarafından kurulan Vehhabilik, bugün Suudi Arabistan'ın resmi mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslam ülkelerinde taraftarları vardır.
Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehhabi” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından verilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhabiliğe, Türk tarihinde “Haricilik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendi inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhabilik ile Haricilik arasında benzerlik bulmak, tabii karşılanmaktadır.
Bununla birlikte Vehhabiler, kendilerine “Muvahhidun” derler ve kendilerini İbn Teymiye'nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel'in mezhebini devam ettiren Sünniler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, itikadda Selef, amelde de Hanbeli mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikad hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikadda Hanbeliyiz; Vehhabi diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhab, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve itikadda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıklarını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan Vehhabiliği müstakil olarak ele alınmak durumundadır.
Neşet çağatay, Vehhabilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye'nin, Ahmed b. Hanbel'in ve İbn Teymiyye'nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhabiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. çağatay, Vehhabilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı feri meselelerde de Ehl-i Sünnet'ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet çağatay, “Vehhabilik”, İ.A., XIII, 264).
Tarihçe:
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhab, 1115/1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye'nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra'ya gitmiştir. Orada tevhid konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur'an ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad'ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bi'1-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) prensibini ilan ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne'ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihlasla Allah'ın dinine yardım ettiği takdirde Allah'ın onu Necd bölgesinin hakimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emir Osman'a Der'iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebile'de bulunan Zeyd b. el-Hattab (12/634)'ın mezarını, Allah ve Resulü'nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne'nin önemli bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd'in kuvvetli kabilelerinden biri olan Halid oğullarının reisi Süleyman b. Urey'ir'e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad'a çok yakın bir yer olan Der'iyye'ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suud'la anlaşır ve böylece Vehhabi devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddi güç ve destek, Muhammed b. Suud da bu fikirlerin doğuracağı imkanla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve hakimiyetini arttırarak Arap Yarımadası'na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur.
İbn Abdilvehhab, Der'iyye'de “Kitabu't-Tevhid” adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid'atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalalete düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam'ın tesiri altında çeşitli akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezzab, Secah, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansi gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankar ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhab'ın ganimet vaadeden fikirleri cazib gelmişti. öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehhab'ın “Tevhid dinini” yaymak için cihad adına kudsiyet kazanıyor ve meşrulaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehhab'ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu.
Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor: Vehhabi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhabilerin ecdadından ve çoğunluğu Necid halkından olan Haricilerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Şah-ı Velayet - Velilerin şahı” ünvanını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte Hariciler ve şimdi ise Haricilerin bayraktarı olan Vehhabiler, ileride söz edileceği gibi velayeti inkar etmişlerdi.
Müseylime-i Kezzab'ın fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebu Bekir'in (r.a.) hilafetinde, Halid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidin'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e gücenmişlerdi. Halis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran'daki eski devlet Hazret-i ömer'in (r.a.) darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiiler Al-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i ömer'e ve Hazret-i Ebu Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.
İbn Abdilvehhab 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suud tarafından zaten başlatılmış bulunan siyasi cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suud zamanında başlayan toprak kazanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hakim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti'nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecburiyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti'nin bu zayıf halinden istifade ile cür'etlerini alabildiğine artıran Vehhabiler, Basra Körfezi civarında hakimiyet kurdukları gibi, Necef'te Şiilerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabilerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suud, 10 Muharrem 1802'de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin'in türbesi yağmalanır.
Taif Vehhabilerce işgal edilir (18 Şubat 1803). Cevdet Paşa, Vehhabilerin Taif'e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir:
“Vehhabiler Taif'te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhari ve Müslim'in Sahiheyn'i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünun ve saireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Tarih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).
Taif, Mekke ve Medine'yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suud, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnud kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salat-u selam getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selamu ala Muhammed” diye selam vermelidir...” (Eyub Sabri, Tarih-i Vehhabiyan, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkalade cür'etkar şekilde hitap ermekten çekinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur: 1- Allah'a Vehhabilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. 2- Hz. Muhammed'e Vehhabi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek. 4- Muhammed b. Abdilvehhab'ı Allah'tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehhabi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vehhabilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. 7- Dini ve siyasi her türlü emir ve yasaklara uymak. (Eyub Sabri, Tarih-i Vehhabiyan, s. 135-136; Neşet çağatay, “Vehhabilik”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Artık Vehhabi devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu'na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhabiliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve Taif'i Vehhabiler'den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud'un üstüne yürür. İbn Suud direnirse de 1814'de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı'nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böylece Vehhabiliğin ilk dönemi kapanır.
Ancak Suud hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad'ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suud hanedanından Abdülaziz b. Suud, 1901'de Vehhabi devletini ihya eder. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suud'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)
İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi'nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suud, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklalini ilan eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suud, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suud, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siyasi ve askeri teşkilatının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehhabi zihniyetini canlandırmayı başarır.
Görüşleri:
1. Tevhid
Vehhabilik inancını tesis eden Muhammed b. Abdilvehhab'ın görüşlerinin temelini tevhid anlayışı teşkil eder. Şirk, bid'at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet kelamcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhid”, Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleri yönünden birlenmesi; O'nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Allah, Kendisine ortak koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ (Nisa: 4/48). “Muhammed'e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah'tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O'nun nimetini engelleyecek yoktur...” (Yunus: 10/105-107).
Ayrıca Resulullah (s.a.s.), bir hadislerinde, “Lailaheillallah diyen ve Allah'tan başka ibadet olunacak şeyleri inkar eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah'a aittir” buyurur”.
Bu ayet ve hadisler, tevhidin, Allah'ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhab, “Lailaheillallah"ı yalnızca telaffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lafzı ile birlikte anlamını bilmenin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet etmenin, Allah'tan başka ibadet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadisin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler(1). Ona göre tevhid, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.(2)"
O, bu hususta Cahiliyye devri Arapları'nın davranışlarını misal gösterir ve “Resulullah (s.a.s.)'ın kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah'ın birliğine inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah'a dua ettiklerini ve bazılarının Allah'a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lat gibi iyi insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler(3). İbn Abdilvehhab için, Cahiliyye devri Arapları'nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki: “İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; meleklere, evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız Allah'a ihlasla yönelirler; içreklerini O'ndan isterlerdi. Allah buyurur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” (İsra, 67).
"De ki: üzerinize Allah'ın azabı gelse veya kıyamet saati size gelip çatsa, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana bildirin. Hayır, sadece Allah'a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir; siz de O'na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” (En'am, 40-41).
Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resulullah'ın harp ilan ettiği müşriklerin boş zamanlarında Allah'tan başkasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah'a yöneldiklerini ve O'na şirk koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah'la beraber Allah'a itaat eden, O'nun emrine boyun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah'a karşı gelmez. Zamanımız İnsanları ise, Allah'la beraber fasıkların en şiddetlilerine iltica ederler, onları yüceltirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık edenler, namazı kılmayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve ağaç gibi Allah'a karşı gelmeyene iltica etmek, fasıklığı, bozgunculuğu apaçık görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.(4)”
İbn Abdilvehhab'a göre tevhid üçe ayrılır: “İlki Tanrı'nın isim ve sıfatlarında birliktir; diğeri Rabblıkta tevhid (Tevhidu'r-Rububiyet)'dir ki, Allah'ın her şeyin Rabbi ve maliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer üçüncüsü ise, “Tevhidu'l-Uluhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhab'ın anlattığına göre bu çeşit tevhidden maksat, kulların fiilleri ile Allah'ın birlenmesidir. Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taalluk eder. Tevhidu'l-Uluhiyet, ortağı olmayan Allah'tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir. Allah'tan başkasından yardım isteyen, Allah'tan başkası için kurban kesen ve nezreden kimse kafirdir.”
Buna göre Allah'ın emirleri ve Peygamberi'nin Sünnet'i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi (bid'at) ve tevessülü terk ederek Allah'ı birlemeye Tevhid-i Ameli denir. İman ile küfrü ayırt eden ameli tevhiddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen, yani Allah'a ortak koşan, tazim ve ibadeti yalnızca Allah'a tahsis etmeyen, yardım ve mededi Allah'tan istemeyen, O'nun haram kıldığından sakınmayan kimse kafir ve bu gibilerin malları ve canları helaldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile bunları katil ve mallarını yağma etmeleri helaldir.”
Böylece İbn Abdilvehhab, bu mes'eledeki sert ve katı tutumuyla Haricileri taklid etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Hariciler de, Vehhabiler gibi, amel'i imana dahil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yerine getirmemeyi küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 (17 Muharrem 1217) tarihli Hatt-ı Hümayunda özetlendiğine göre Vehhabiler amelin imanın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye'ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için terk eden kimse kafirdir, mal ve kanları helaldir20. Nitekim Vehhabiler, amelin imanın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve canlarının kendileri için helal olduğunu kabul etmişlerdir21.
Ehl-i Sünnet, “tevhid"i, İbn Abdilvehhab'ın anladığı şekilde fevkalade dar kalıplar içinde ele almamış ve onun gibi keyfi yorumlara gitmemiştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve itikadda Hanbeliyiz...” dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'e göre iman, hem söz hem de ameldir, iman iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle imandan çıkar; ama tövbe edince yine imana döner, Allah'a şirk koşan, farzlardan birini inkar eden kimse İslam'dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah'a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22. İbn Hanbel'e göre, iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir. İslam ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah'a şirk koşmamak, Kur'an ve Sünnet'te sabit bir emri inkar etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslam'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkardır(5). Oysa İbn Abdilvehhab ve dolayısıyla Vehhabiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış olmaktadırlar.
2. Şefaat
Şefaat, birinin bağışlanmasına delalet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhab, şefaat konusundaki görüşlerinde İbn Teymiye'yi takib eder ve delil olarak Kur'an-ı Kerim'in şu ayetlerini gösterir:
"Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. O'ndan başka bir dost ve aracı (şefi') yoktur..” (En'am, 51).
"O'nun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir?” (Bakara, 255).
"Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez...” (Sebe', 23). "De ki: Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır...” (Zümer, 44).
"Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” (Necm, 26).
Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi de, şefaatin Allah'a ait ve Allah'ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle olması da tabiidir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Malikidir, Dileyenidir. Ancak yine Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ve salih kulların şefaat haklarının bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhab da, Hz. Peygamberin şefaatinin bulunduğunu kabul eder ve O'nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra, “Fakat şefaatin hepsi aslında Allah'ındır” der ve şöyle devam eder: “Şu halde, şefaati Allah'tan iste ve şöyle de ‘allahım beni onun şefaatinden mahrum etme... Allahım, onu bana şefaatçi kıl...' Eğer, Hz. Peygamber'e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan Allah'ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver: “Allah ona şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: Allah'la beraber kimseyi çağırmayım...” (Cin, 18). Şayet Peygamberi'ni sana şefaatçi kılmasını istiyorsan, O'na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka, mesela meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah'ın Kitabı'nda zikrettiği iyi insanlara ibadet mefhumuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah, şefaat iznini (asıl metinde izin kelimesi yoktur) ona vermiştir; ben de Allah'ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş olursun.(6)"
Ona göre, “Cenab-ı Allah da müşriklerin Allah'ın varlığına inandıklarını; fakat meleklere, peygamberlere, velilelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kafirler doğrudan doğruya onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara yöneliyor ve şefaatlerini Allah'tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp kafirlerin sözüdür.(7)”
Bu noktadan itibaren, İbn Abdilvehhab'a göre şefaatla bir arada mütalaa edilen tevessül konusu ortaya çıkar.
Tevessül
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslam ve sünnete mensub olanlar bilsin ki, birçok sebeplerden dolayı İslam'dan çıkmaktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali b. Ebi Talib, Mesih hususundaki aşırılıklardır... Mesela, ey filan efendim bana yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların hepsi de şirktir ve sahibinin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe ederse ne ala; aksı halde öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmaen küfre girmiştir.(8)”
Vehhabilerin, bu görüşleriyle salih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre, “tasavvuf İslami olmayan bir bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükaşefe dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.(9)“ Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi olduklarına inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar vardır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvarmaktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi mertebelere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz olduğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedi helak oluş ve azab vardır... Bunlar Kitab, imamların akideleri ve ümmetin icmaina muhaliftir. Kur'an-ı Kerim'de, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber'den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisa, 115) buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve ölümlerinden sonra tasarruflarının bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah'ın “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye. kadirdir.” (Al-i İmran, 189) ayetini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf, takdir hususunda, tekdir... O halde Allah'tan başkasına yalvarmak küfürdür, şirktir ve sapıklıktır(10).
Vehhabilerin büyük imamlarından meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzi gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabi gibi büyük evliyaya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini Şiilere karşı Hazret-i Ebu Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Harika faziletlerini adileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabi gibi çok evliyayı inkar ve tekfir ediyorlar.
Muhammed b. Abdilvehhab'in şefaat ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet'in anlayışından farklı bir anlayışa sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah'a ait ve ancak O'nun izni ile olacağına Hz. Peygamber'in büyük ve küçük günah işlemiş mü'minlere şefaatinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitab, Sünnet ve icma ile sabittir, der.
Ayrıca Vehabilerin, tevessülü ibadet şeklinde anlayarak karşı çıkmaları da yanlıştır; çünkü ibadet, Allah'a tarifsiz bir inanç ile boyun eğmek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubudiyyet, yani kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta ashabın Resulullah'a tevessülü, bizzat O'nun başkaları için Allah'a tevessülü ve vefatlarından sonra da O'nun ve salih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet'in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur'an'ın ruhuna uygun bir davranıştır(11).
Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddi ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslam'ın özü ve ruhu demektir, özsüz ve ruhsuz din olmayacağına göre, İslam'da tasavvufun olması fevkalade tabiidir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan başka bir gayeyi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur'an ve Sünnet'in, nefsani arzulara göre değil, ilahi iradeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O'na bağlanmak, aslında, İslam'ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhabilerin, tasavvufun İslami olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona batıldır. Tasavvufun İslami olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslam'ın, yani Kur'an ve Sünnetin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurları olarak bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur'an ve Sünnet'in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah'la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlimlerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tarihimiz açısından, Anadolu'nun İslamlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San'at, musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel örnekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demektir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslam'ı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizam halinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüştür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın daim Allah'ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir.
Burada tasavvuf, tekkeler ve velilerin, Vehhabiler karşısında savunmalarını yapacak değiliz; çünkü onların, büyük geçmişleri ile buna kesinlikle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek heva ve hevesine uyan kimseye uyma” (Kehf, 28) emrince, kendilerini Allah'a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.
3. Bid'at:
İbn Abdilvehhab, bid'at konusunda tamamen İbn Teymiye'ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre, “Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid'at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahih hadislere göre Resulullah (s.a.s.) da, ‘Her yenilik bid'attir ve her bid'at sapıklıktır' buyurmuştur” diyen Muhammed İbn Abdilvehhab, bu hususta Ahmed b. Hanbel'in şöyle söylediğini nakleder: “(Hadisleri) Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyan es-Sevri (v. 161/777)'nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “...O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63). Muhammed İbn Abdilvehhab devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der(12).
İbn Abdilvdıhab'ın torunu Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel'den rivayet olunan bu görüşün açıklamasında ayrıca, İbn Abbas'ı delil göstererek, “Allah'ın sözüne uymayan ve Nebi (s.a.s.)'den başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitab ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid'atler, sapıklık alametidir. Ayrıca “akaid konusunda kelamcıların, helal ve haram konusunda fakihlerin sözleri delil olamaz.”
İbn Abdilvehhab'ın en korkunç ve hatta şirk olarak gördüğü bid'atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de Zeyd b. el-Hattab'ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki onlara, bir kısım yazarlarca “Mabed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir(13). Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhabilik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den bu konuda şu nakilde bulunur(14): “Müslümanların Vehhabilere nefretini gerektiren bir husus vardır. O da Vehhabilerin istila ettikleri bir ülkede fikirlerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke'ye girdiklerinde eserle ilgili birçok kubbeler (türbeler) yıktılar: Hz. Hatice'nin türbesi, Peygamberimizin ve Hz. Ebu Bekir'in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin başında gelir. Medine'ye girdiklerinde ise, Allah Rasulü'nün kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar, Müslümanların gazabına ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu. İnsanlardan bazısı, tarihi eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslami şefkatin sembolü olan Peygamber'in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü. Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.”
İbn Abdülvehhab'ın mezarlarla ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber'in, “Şu üç mescidden başkası için (sevap umarak) yolculuğa çıkılmaz: Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mabed yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı ibadet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirlerini mescid ittihaz edenlere, Allah'ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki daha birçok hadisini delil getirerek, mezarlarda ibadet edilmesini şirkle aynı seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye'nin görüşleri istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve Resulü'ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç bid'attir(15). Ayrıca Hz. Peygamber'in “Evlerinizi mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salavat getirin; çünkü salavatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadisine göre, sevab umarak Hz. Peygamber'in kabrini daha ziyaret edip orada ibadette bulunmak yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da vesile olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapılmışlardır. Mezarlar üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhada vesile olan en kötü fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid'attir.
Peygamber'in hatırasını ta'ziz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah'tan başkasına tapmaktır; dolayısıyla şirktir. Delail-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber'e ibadet mahiyetindedir. Hz. Peygamber'e salatü selam getirilir; ancak bunu bir ibadet haline getirmemek, “Seyyiduna ve Mevlana” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbih çekmek ve dua etmek de bid'attir.
Vehhabiler, bid'attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmişler, yasaklamışlardır. Mesela mevlid toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlid okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhabilerin yasakladıkları şeyler arasındadır(16).
Nazar değmemesi için nazar boncuğa taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah'tan başkası için kurban kesmek, Allah'tan başkası için adak adamak, belanın, hastalığın yok olması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere, evliyaya saygı gösterip Allah'tan başkasından niyaz, dua ve yardım dilemek bid'attir, şirktir.
Vehhabilere göre, Allah'a şirk koşmanın gizli ve manevi olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk etmek bu nevidendir; çünkü bu işler, Allah'tan başkasına gösteriş için yapılmaktadır. Bir kimsenin salih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da şirktir. Dehre, havaya, rüzgara sövmek şirktir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bid'attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürted) hükmü verilir.(17)” Namazın cemaatle kılınması mecburidir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'ten hariç Şiilere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zir cezasının verilmesi, Vehhabilerin davranışları arasındadır.
Tütün ve kahve içmek İbn Abdüvehhab'a göre çirkin ve kötü şeylerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, çirkin koku sebebiyle soğan ve sarımsağa benzer, üstelik insana da zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk için olduğu gibi kırk değnek vurulur. Ancak Vehhabilerin bugün tütün ve nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir.
Vehhabilere göre, bir başka bid'at de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur'an'dır. Kütüb-ü Sitte denen altı hadis kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Şiilerin, kelamcıların, mutasavvıfların, ahlakçıların dayandıkları hadisler mutlak surette mevzudur, delil olamaz. Kur'an ve hadise dayanan icma ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur'an ve Sünnet zahiri anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu manada müteşabihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre manalandırılır. Bu işte aklı ve te'vili işe karıştırmak bid'attir, küfürdür”.
Allah'ın zatı ve sıfatlan ile ilgili Kur'an-ı Kerim'de geçen ayetler, Vehhabilere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre manalandırılmalıdır. ümmet'in selefi, Allah'ın zat ve sıfatlarını bildiren müteşabihleri te'vile yanaşmamışlar ve onlar Allah'ın Kendini vasfettiği ve Resulü'nün de O'nu sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tile yanaşmaksızın kabul etmişlerdir. Te'vil bid'at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhab'ın, Allah'ın zatı ve sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel'i taklid ettiği aşikardır. Müteşabihlerin ve Allah'ın sıfatlarının, zahir manalarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah'ı cisimlendirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah'ın sonradan olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah'ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih hükümlerin te'vil edilmesinin, Allah'ı teşbih, tecsim ve ta'tilden tenzih için caiz ve hatta zaruri olduğunda birleşmişlerdir(18).
Görüldüğü gibi, Vehhabilerin şirk olarak gördükleri bid'atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin aslı ile ilgileri bulunmayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik dünyalarının tabii bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. öte yandan Vehhabilerin mezar ziyaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü Resülullah (s.a.s.), kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashab ve selef de, İslam'ın başlangıcından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde bulunmuşlardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam haline getirmek haramdır. Ancak unutulmamalıdır ki, İslam'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zimi, şirk olarak değerlendirmeye hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslam'da, Allah adına yapılan bir iştir ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbirine karıştırmayacak derecede iman salabetine sahiptirler. Hasılı dine ve imana, mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur'an ve Sünnet'in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlığın dini olan İslam'ı basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir?
4. el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Münker:
“İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslam mezheplerinin benimsediği bir Kur'an emridir. Ancak bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet, bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için makul olan yolu benimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah'ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” (Maide, 99) emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vacib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır”.
Hariciler ve günümüzde yaşayan kolu İbadiyye ise, bu görüşü, İslam'a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhabilere tam bir örnek olmuşlardır. öyle ki, Vehhabiler, Kur'an ve Sünnet'in dışındaki her yeni şeyi Bid'at saydıkları ve bid'atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur'an-ı Kerim'in, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmran, 110) ayetine göre zaruri olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullanmaktan çekinmemişlerdir(19).
Nitekim Suud'un daha önce sözünü ettiğimiz, Medine'yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların derslerine devam ve her ne mev'iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise, mucib ve muktezaları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'ruf' anlayışının izleri görülebilir.
"İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid'ati içine alır şeklinde tatbiki, Vehhabileri fevkalade katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu hususta Katib çelebi (v.1659) şunları söyler: “Bid'atler, halkın arasında bir töreye ve adete dayanır. Bir bid'at, bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak (el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyu ani'l-Münker) işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp adet edindiği işi, eğer (ister) sünnet, eğer (ister) bid'attir, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Mesela itikadda olan bid'atler için Sünni padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid'atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid'atten döndüremediler.”
"İmdi, halk adetini bırakmaz, her ne ise, Allah'ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslamların düzenini korumak ve İslamlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lazımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid'atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah'ın elçisi üzerine düşen ancak bildirmektir (Maide, 99). Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yolda derinleşmek ve incelemek faydalı değildir.
Zira, Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzaklaşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid'attan sıyrılmış değildir.”
"İmdi, ümmetin şefaatçisi -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- olan Hazret'ten (Muhammed Mustafa) niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid'at suçlarının çokluğuna bakmayıp Allah'a iman etmiş ve O'nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete tam tamına riayet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve mekanın başkalığından lazım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak kaidesine dayanır.(20)”
5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri:
Vehhabilik, doğuşundan bugüne kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun “modernist” bir hareket olduğunu “İslam reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhabiliğin Hanbelilik ile Haricilik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhabilik, Zahiriyye, yani ayetleri mecazi anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır.
Ancak Vehhabilik, ne şekilde görülürse görülsün, aşikar olan cihet şudur: Vehhabiler, diğer bütün İslam mezhepleri gibi Kur'an ve Hadisi temel kaynaklar olarak görmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme hususunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn Abdilvehhab ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Ancak bu hususta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam bir bağlılık söz konusu değildir. çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur'an ve Hadisin, te'vilden uzak zahiri hükümleridir. Bu bakımdan Allah ve Resulü'nden başka, haramı haram, helali helal kılacak yoktur; çünkü Kur'an ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkam çıkarmada akla ve te'vile yer yoktur. Kur'an ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur'an'ın zahirinden çıkardır. Kur'an-ı Kerim kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Müteşabih ayetler de delildir; ancak bunlar te'vil edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları te'vil ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah'ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zat, gerek sıfatlar hakkındaki ayetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih manaları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah'ın Resulü bildirirdi”.
Kur'an-ı Kerim ve hadisleri, Allah'ın sıfatlarını ve müteşabihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir şekilde insanı teşbih ve tecsime götürecektir. Bunun içindir ki, Vehhabiler ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır.
İbn Abdilvehhab'a göre, ictihad kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklid etmek dinden çıkmaktır. Vehhabiler ictihad kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp ictihad kapısını kapalı tutmanın felaket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat kendileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.
öte yandan Vehhabiler, ameli yönden olduğu gibi, iman noktasından da zahire bağlı kalmışlardır.
Onlara göre iman, daha önce de söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik, amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse, Vehhabilere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricilerin anlayışını benimsemek demektir. Kısaca Vehhabiler, Kur'an ve Sünnet'e dönüş gibi, gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vasıtası kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihad kapısını, daha da sıkı bir şekilde kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısırlaştırmak demektir.
Sonuç olarak şunları beyan etmekte yarar bulunmaktadır: Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır. Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. ümit edilir ki, bu yanlışlar tekerrür etmez. Hz. Ali'nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir.
Dipnotlar:
* Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı'ya ait olan “çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. önemli bir kısım dipnotları verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir2004, s.89-111.
Kaynak : Sorularla İslamiyet