Yalnız Efe hikayesi,
Yalnız Efe hikayesinin ozeti,
Yalnız efe hikayesinin ana fikri
omer seyfettin yanlız efe
Sabahtan beri yuruyorduk Duşe kalka gectiğimiz sarp keci yolları bazen sel yarıkları icinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri cam tepeleri gorunen karanlık cukurlara sapıyordu Ayı avına gidiyorduk Kılavuzun Kum dere koyunun en namlı nişancılarındandı Beraber tırmanacağımız yuksek ormanlı dağların daha cok uzağındaydık Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu Guneş yoktu Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gokten sonsuzluğun gecmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu Artık iyice yorulmuştum Omzumdaki martin gittikce ağırlaşıyordu
Biraz dinlensek, dedim
Kılavuzum guldu Onun kır cember sakallı şen cehresi pembeleşti:
Kesildin mi? diye sordu
Sırtında ciftesi ile uc gunluk yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinc koyluye yorgunluğumu soylemedim
Ha biraz gayret! Yarın başına bir cıkalım, oradan ote Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi
Yarım saat daha tırmandık Ayaklarımızın altından kucuk taşlar, kirecli topraklar dokuluyordu
Gayet buyuk bir cam ağacının yanına gelince kılavuzum:
İşte yarın başı! dedi
Yerler camurdu Ciseleyen yağmurun dallara carpan damlaları derin bir fısıltı cıkarıyordu Ben hemen coktum Camın kalın govdesine arkamı dayadım Cebimden paketimi cıkardım Sırtından yukunu indiren ihtiyar avcıya uzattım:
Yak bir cigara bakalım!
Ağır bir tavırla:
Burada tutun icilmez, dedi
Sordum:
Nicin? Namazgah mı burası?
Hayır!
Ya ne?
Başını salladı Gizli bir şey soyluyormuş gibi yavaşca:
Burası Yalnız Efenin “sır olduğu yerdir, dedi
Serin bir ruzgar yağmurun fısıltısını coğaltarak esiyor, ustumuzdeki siyah bir cadır gibi acılan cam dallarını titretiyordu Anadolu’nun bu yalcın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunc tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum Ben tenha bir gecidin gizli bir koşesinde uyuyan kucuk bir koyde doğdum Ger Ali’nin, Koroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri icinde buyudum Bilmem onun icin mi, eşkıya hikayelerini dinlemeyi pek severim
Paketimi cebime soktum
Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim? nasıl sır oldu? dedim
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, ciftesini kucağına uzattı, iri ela gozleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit ucurumlara baktı, baktı Sonra bana dondu:
Anlatayım Ben şimdi elli yaşını geciyorum O vakit pek ufaktım Onu goren kadınları dinlerim Kendisi hic erkeğe gozukmezdi
Niye gozukmezdi?
Cunku kızdı
Kız mıydı?
Evet
Hayretim boşuna gitti Gecmişi seven, butun harikaları gecmişte sanan, gecmişi kut sayan her yaşlı koylu gibi masum bir şevkle hikayesine devam etti:
“Dağa cıktığı zaman daha on altı yaşındaymış Babası gencliğinde bize koye gocmuş, kızından başka kimsesi yokmuş
“Bu adam, bir gun nasılsa Ese oğlunun ciftliğinden gecer Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister Vermezler O da galiba kotu bir laf soyler Hemen zavallıyı oldururler Kızı duyunca babasının olusune gider Ağlamaz, sızlamaz Kimin vurduğunu anlar Sonra kazaya gelir, hukumete koşar Babamı vuran filandır, tutun! der Aldıran olmaz Kız yine koye donmez O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mulazım varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış Kız her gun onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın? diye sorar Bir gun bu sarhoş, kızcağıza ofkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım! der Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona “işte bunlar da şahit olsun sen bu gun babamı vuranı tutmazsan ben seni oldureceğim! der Zaptiye mulazımı bu lafa butun butun gazaplanır, fırlar, Yoruk’un kızını iyice dover, zaptiyelere sokağa attırır
Kız bir zamanlar gorunmez olur
“Bir gun sarhoş mulazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir Vuranı ararlar bulamazlar “Yoruk’un kızı vurdu diye bir laf olur Ama buna kimse inanmaz Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır Fakat bir hafta gecmeden, Yoruk’u olduren korucu da vurulur Biraz sonra hukumete Yoruk’un davasını hasır altı ettiren ciftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış olusunu bağdaki yatağında bulurlar Kasabalı ağaların ciftliklerine koruyucu, hergeleci, coban gibi gelip silahsız ahali icinde tufekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra cıkamaz olur Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına donerler Zalim zaptiyeleri, koyluyu soyan memurları, rencperi dolandıran madrabazları hic gorunmeden olduren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz
Bu efe tek başına Yanına uşak filan almaz Muracaat edenleri ters yuzune cevirir İşte bunun icin koyluler ona “Yalnız Efe derler Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yuzunu kadınlardan başka kimse goremez Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “gozlerini yum! diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş Kim gozunu acarsa hemen oldururmuş, gozunu acmayan erkeğe; “size zulum eden kim? ruşvet alan memurunuz var mı? diye sorarmış Onun korkusundan kaza da kimse kotuluk yapamazmış Zenginlere, kadınlara haber gonderir, “filan fakire yardım ediniz Filan oksuzu evlendiriniz Filan kopruyu yapınız Filan koyde bir mektep kurunuz gibi emirler verirmiş Hem cok sofuymuş Benim teyzem bir gun odundan gelirken onu gormuş Anlatırdı Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış Arkasında erkek elbisesi varmış, yamacta namaz kılıyormuş, peri gibi guzelmiş
“Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş Haksızlığa uğrayan duşmanını, “gider Yalnız Efe’ye soylerim! diye korkuturmuş On beş sene ne koyumuze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş Oşurculer, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler koylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış Ruşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse alamaya cesaret edemezmiş
“Yalnız Efe’ den kimsenin şikayeti yokmuş Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, oksuzler icinmiş Camisine bakmayan koye haber gonderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım dermiş Onun sayesinde camiler şenlenmiş, koylu zulumden kurtulmuş, oksuzlerin, yoksulların yuzu gulmuş Her koyun korusunda gizli bir ağacta bir heybe asılı imiş Koy halkı bu heybe boşaldıkca icine sucuk, şeker korlarmış Yalnız Efe’nin kaza icinde belki elli dalda heybesi varmış Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gonlunden kopanla gecinirmiş
“Uzatmayalım İşte tam o sırada Soke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası turer Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu cıkarır Done dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir turlu bulamazlar Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler Boş durmamak icin onu tutmaya kalkarlar Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler Yalnız Efe bunu haber alır Boz dağı’na gecmek ister Bir boluk asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar Bir boluk askerde aşağıdan cıkmaya başlar Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar “Teslim ol! derler Yalnız Efe: “siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem Savulun, yoluma gideyim! der Dinlemezler Uzerine ateş ederler Yalnız Efe birkac askeri elinden, kolundan, kulağından hafifce yaralar Tekrar: “asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem! diye haykırır Yine dinlemezler Akkovuk’tan gelip de gecidi saran boluk de ateşe başlar İki ateş arasında kalınca:asker kardeşler, benim yuzumden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yuruyun buluşun! diye haykırır Bir zaman daha yaylım ederler Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar Yavaş yavaş yururler Dik yolun onunu arkasını adım adım ararlar İşte bu camın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar
“O vakitten beri Yalnız Efeye rasgelen yok Yazın yamaclarında hayvanlarını suren Yorukler buraya her gece nur inerken gorduklerini yemin ederek anlatırlar
Akkovuk’a biraz erken yetişmek icin davranmak icap ediyordu Yağmur dinmişti Kalktım, martinin kayışını omzuma gecirdim İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu Yurudum Yarın kenarına geldim Aşağısı baş dondurecek kadar derin bir ucurumdu Yeni gecmiş bir kabus gecesinden kalma korkunc ruyaları andıran parca parca sisler, birbirine karışmış camlarla kayaları ortuyordu Yanıma yaklaşan kılavuza: Yalnız Efe askerin eline duşmemek icin buradan kendisini aşağıya atmış olmalı dedim Haşa! Tovbe! O Allah’tan korkardı Dini butundu, diye reddetti Ee, havaya ucmadı ya! Sır oldu! Gulerek sordum: Ne biliyorsun? İri ela gozlerini kırptı Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inancla: Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi
Yalnız Efe hikayesinin ozeti,
Yalnız efe hikayesinin ana fikri
omer seyfettin yanlız efe
Sabahtan beri yuruyorduk Duşe kalka gectiğimiz sarp keci yolları bazen sel yarıkları icinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri cam tepeleri gorunen karanlık cukurlara sapıyordu Ayı avına gidiyorduk Kılavuzun Kum dere koyunun en namlı nişancılarındandı Beraber tırmanacağımız yuksek ormanlı dağların daha cok uzağındaydık Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu Guneş yoktu Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gokten sonsuzluğun gecmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu Artık iyice yorulmuştum Omzumdaki martin gittikce ağırlaşıyordu
Biraz dinlensek, dedim
Kılavuzum guldu Onun kır cember sakallı şen cehresi pembeleşti:
Kesildin mi? diye sordu
Sırtında ciftesi ile uc gunluk yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinc koyluye yorgunluğumu soylemedim
Ha biraz gayret! Yarın başına bir cıkalım, oradan ote Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi
Yarım saat daha tırmandık Ayaklarımızın altından kucuk taşlar, kirecli topraklar dokuluyordu
Gayet buyuk bir cam ağacının yanına gelince kılavuzum:
İşte yarın başı! dedi
Yerler camurdu Ciseleyen yağmurun dallara carpan damlaları derin bir fısıltı cıkarıyordu Ben hemen coktum Camın kalın govdesine arkamı dayadım Cebimden paketimi cıkardım Sırtından yukunu indiren ihtiyar avcıya uzattım:
Yak bir cigara bakalım!
Ağır bir tavırla:
Burada tutun icilmez, dedi
Sordum:
Nicin? Namazgah mı burası?
Hayır!
Ya ne?
Başını salladı Gizli bir şey soyluyormuş gibi yavaşca:
Burası Yalnız Efenin “sır olduğu yerdir, dedi
Serin bir ruzgar yağmurun fısıltısını coğaltarak esiyor, ustumuzdeki siyah bir cadır gibi acılan cam dallarını titretiyordu Anadolu’nun bu yalcın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunc tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum Ben tenha bir gecidin gizli bir koşesinde uyuyan kucuk bir koyde doğdum Ger Ali’nin, Koroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri icinde buyudum Bilmem onun icin mi, eşkıya hikayelerini dinlemeyi pek severim
Paketimi cebime soktum
Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim? nasıl sır oldu? dedim
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, ciftesini kucağına uzattı, iri ela gozleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit ucurumlara baktı, baktı Sonra bana dondu:
Anlatayım Ben şimdi elli yaşını geciyorum O vakit pek ufaktım Onu goren kadınları dinlerim Kendisi hic erkeğe gozukmezdi
Niye gozukmezdi?
Cunku kızdı
Kız mıydı?
Evet
Hayretim boşuna gitti Gecmişi seven, butun harikaları gecmişte sanan, gecmişi kut sayan her yaşlı koylu gibi masum bir şevkle hikayesine devam etti:
“Dağa cıktığı zaman daha on altı yaşındaymış Babası gencliğinde bize koye gocmuş, kızından başka kimsesi yokmuş
“Bu adam, bir gun nasılsa Ese oğlunun ciftliğinden gecer Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister Vermezler O da galiba kotu bir laf soyler Hemen zavallıyı oldururler Kızı duyunca babasının olusune gider Ağlamaz, sızlamaz Kimin vurduğunu anlar Sonra kazaya gelir, hukumete koşar Babamı vuran filandır, tutun! der Aldıran olmaz Kız yine koye donmez O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mulazım varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış Kız her gun onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın? diye sorar Bir gun bu sarhoş, kızcağıza ofkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım! der Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona “işte bunlar da şahit olsun sen bu gun babamı vuranı tutmazsan ben seni oldureceğim! der Zaptiye mulazımı bu lafa butun butun gazaplanır, fırlar, Yoruk’un kızını iyice dover, zaptiyelere sokağa attırır
Kız bir zamanlar gorunmez olur
“Bir gun sarhoş mulazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir Vuranı ararlar bulamazlar “Yoruk’un kızı vurdu diye bir laf olur Ama buna kimse inanmaz Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır Fakat bir hafta gecmeden, Yoruk’u olduren korucu da vurulur Biraz sonra hukumete Yoruk’un davasını hasır altı ettiren ciftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış olusunu bağdaki yatağında bulurlar Kasabalı ağaların ciftliklerine koruyucu, hergeleci, coban gibi gelip silahsız ahali icinde tufekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra cıkamaz olur Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına donerler Zalim zaptiyeleri, koyluyu soyan memurları, rencperi dolandıran madrabazları hic gorunmeden olduren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz
Bu efe tek başına Yanına uşak filan almaz Muracaat edenleri ters yuzune cevirir İşte bunun icin koyluler ona “Yalnız Efe derler Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yuzunu kadınlardan başka kimse goremez Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “gozlerini yum! diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş Kim gozunu acarsa hemen oldururmuş, gozunu acmayan erkeğe; “size zulum eden kim? ruşvet alan memurunuz var mı? diye sorarmış Onun korkusundan kaza da kimse kotuluk yapamazmış Zenginlere, kadınlara haber gonderir, “filan fakire yardım ediniz Filan oksuzu evlendiriniz Filan kopruyu yapınız Filan koyde bir mektep kurunuz gibi emirler verirmiş Hem cok sofuymuş Benim teyzem bir gun odundan gelirken onu gormuş Anlatırdı Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış Arkasında erkek elbisesi varmış, yamacta namaz kılıyormuş, peri gibi guzelmiş
“Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş Haksızlığa uğrayan duşmanını, “gider Yalnız Efe’ye soylerim! diye korkuturmuş On beş sene ne koyumuze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş Oşurculer, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler koylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış Ruşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse alamaya cesaret edemezmiş
“Yalnız Efe’ den kimsenin şikayeti yokmuş Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, oksuzler icinmiş Camisine bakmayan koye haber gonderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım dermiş Onun sayesinde camiler şenlenmiş, koylu zulumden kurtulmuş, oksuzlerin, yoksulların yuzu gulmuş Her koyun korusunda gizli bir ağacta bir heybe asılı imiş Koy halkı bu heybe boşaldıkca icine sucuk, şeker korlarmış Yalnız Efe’nin kaza icinde belki elli dalda heybesi varmış Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gonlunden kopanla gecinirmiş
“Uzatmayalım İşte tam o sırada Soke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası turer Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu cıkarır Done dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir turlu bulamazlar Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler Boş durmamak icin onu tutmaya kalkarlar Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler Yalnız Efe bunu haber alır Boz dağı’na gecmek ister Bir boluk asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar Bir boluk askerde aşağıdan cıkmaya başlar Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar “Teslim ol! derler Yalnız Efe: “siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem Savulun, yoluma gideyim! der Dinlemezler Uzerine ateş ederler Yalnız Efe birkac askeri elinden, kolundan, kulağından hafifce yaralar Tekrar: “asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem! diye haykırır Yine dinlemezler Akkovuk’tan gelip de gecidi saran boluk de ateşe başlar İki ateş arasında kalınca:asker kardeşler, benim yuzumden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yuruyun buluşun! diye haykırır Bir zaman daha yaylım ederler Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar Yavaş yavaş yururler Dik yolun onunu arkasını adım adım ararlar İşte bu camın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar
“O vakitten beri Yalnız Efeye rasgelen yok Yazın yamaclarında hayvanlarını suren Yorukler buraya her gece nur inerken gorduklerini yemin ederek anlatırlar
Akkovuk’a biraz erken yetişmek icin davranmak icap ediyordu Yağmur dinmişti Kalktım, martinin kayışını omzuma gecirdim İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu Yurudum Yarın kenarına geldim Aşağısı baş dondurecek kadar derin bir ucurumdu Yeni gecmiş bir kabus gecesinden kalma korkunc ruyaları andıran parca parca sisler, birbirine karışmış camlarla kayaları ortuyordu Yanıma yaklaşan kılavuza: Yalnız Efe askerin eline duşmemek icin buradan kendisini aşağıya atmış olmalı dedim Haşa! Tovbe! O Allah’tan korkardı Dini butundu, diye reddetti Ee, havaya ucmadı ya! Sır oldu! Gulerek sordum: Ne biliyorsun? İri ela gozlerini kırptı Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inancla: Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi