Yavuz Sultan Selim Kürtlere Karşı Bir Düşmanlığı Var mı?
Yavuz Sultan Selim'in Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında, ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu, doğru mudur?
Bu iddianın tam tersi doğrudur. Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu'daki Ehl-i sünnet olan Kürtler, Şi'a'nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti'ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi'nden sonradır.
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevi Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de alem-i İslam'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasi ve hem de dini açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzade Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bayezid, tedbir alamamanın yanında, Şiilerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulu isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiileştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.
Nihayet Yavuz Sultan Selim padişah olunca, şuurlu alim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslam birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünni Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevi tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasi ve dini emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünni olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı.
Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti'ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de Ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahalli halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de Müslüman bir ülke olması; İslam'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasi ve hukuki açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslam birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır.
İşte bu hakikati idrak eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimalet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük alim İdris-i Bitlisi tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişti.
Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayandığı hukuki temeli, İslamiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur'an, sünnet, icma' ve kıyas yoluyla vaz' edilen hukuki hükümler yanında, İslam hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve adetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti'ne tabi' olan bir Müslüman beylik, dahilde ve hariçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu.
Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti'ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.
Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddi sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dar'ül-İslam sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin asli vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf adetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi' oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddi bir şey mevcut değildi.
Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dini, ahlaki, kültürel ve coğrafi çok büyük azami müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasi, dini, kültürel ve idari bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.
Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur alim ve tarihçi İdris-i Bitlisi'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhakı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslam birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hakimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfa Emiri Eyyubilerden II. Halil, İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin olmak üzere yirmi beş otuz tane Kürt beyi (Ümeray-ı Ekrad), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi.
Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisi kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hadiseden önce Şiilerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim'e tarihçe müsellem olan tarihi arizayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.
"Can ü gönülden İslam Sultanı'na bi'at eyledik, İlhadları zahir olan Kızılbaşlar'dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid'atleri kaldırdık ve Ehl-i sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik. İslam Sultanı'nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yada başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı'nın yollarını bekledik."
"Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cari olmuşdur."
Bu mektup üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisi'nin manevi yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisi'si olan Bediuzzaman 1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:
"Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum aleme karşı yücelten ve milli adetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlad böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selamet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir."
Diyarbekir'in Safevi Devleti'nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük alim İdris-i Bitlisi, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemiştir.
İdris-i Bitlisi vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük alimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilayeti'nin sulh ile ve istimalet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisi'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddi hediyeleri zikreder.
Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tabi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahriri bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tabi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kağıtlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilayetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in'am ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.
Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şiileştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.
Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibaren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihak eylemiştir. Bu iltihaklardan bazılar:
1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimalet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden yirmi beşden fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hakimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfa Emiri Melik Halid; İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin; Cezire Hakimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hakimi Melik Halil; Pertek Hakimi Kasım Bey.... Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir.
2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Beni İbrahim, Beni Sayim, Beni Ata aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı'nda bulunan şu ita'at mektubu çok manidardır:
"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslamı tatbik ve adaleti te'sis için sizin hakimiyetinizi zaruri görüyoruz."
Yavuz Sultan Selim'in Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında, ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu, doğru mudur?
Bu iddianın tam tersi doğrudur. Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu'daki Ehl-i sünnet olan Kürtler, Şi'a'nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti'ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi'nden sonradır.
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevi Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de alem-i İslam'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasi ve hem de dini açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzade Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bayezid, tedbir alamamanın yanında, Şiilerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulu isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiileştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.
Nihayet Yavuz Sultan Selim padişah olunca, şuurlu alim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslam birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünni Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevi tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasi ve dini emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünni olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı.
Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti'ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de Ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahalli halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de Müslüman bir ülke olması; İslam'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasi ve hukuki açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslam birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır.
İşte bu hakikati idrak eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimalet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük alim İdris-i Bitlisi tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişti.
Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayandığı hukuki temeli, İslamiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur'an, sünnet, icma' ve kıyas yoluyla vaz' edilen hukuki hükümler yanında, İslam hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve adetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti'ne tabi' olan bir Müslüman beylik, dahilde ve hariçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu.
Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti'ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu.
Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddi sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dar'ül-İslam sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin asli vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf adetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi' oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddi bir şey mevcut değildi.
Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dini, ahlaki, kültürel ve coğrafi çok büyük azami müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasi, dini, kültürel ve idari bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu.
Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur alim ve tarihçi İdris-i Bitlisi'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhakı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslam birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hakimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfa Emiri Eyyubilerden II. Halil, İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin olmak üzere yirmi beş otuz tane Kürt beyi (Ümeray-ı Ekrad), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi.
Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisi kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hadiseden önce Şiilerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim'e tarihçe müsellem olan tarihi arizayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir.
"Can ü gönülden İslam Sultanı'na bi'at eyledik, İlhadları zahir olan Kızılbaşlar'dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid'atleri kaldırdık ve Ehl-i sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik. İslam Sultanı'nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yada başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı'nın yollarını bekledik."
"Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cari olmuşdur."
Bu mektup üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisi'nin manevi yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisi'si olan Bediuzzaman 1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:
"Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum aleme karşı yücelten ve milli adetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhasıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlad böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selamet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir."
Diyarbekir'in Safevi Devleti'nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük alim İdris-i Bitlisi, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemiştir.
İdris-i Bitlisi vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük alimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilayeti'nin sulh ile ve istimalet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisi'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddi hediyeleri zikreder.
Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tabi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahriri bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tabi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kağıtlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilayetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in'am ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister.
Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şiileştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir.
Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibaren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihak eylemiştir. Bu iltihaklardan bazılar:
1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimalet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden yirmi beşden fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hakimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfa Emiri Melik Halid; İmadiye Hakimi Sultan Hüseyin; Cezire Hakimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hakimi Melik Halil; Pertek Hakimi Kasım Bey.... Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir.
2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Beni İbrahim, Beni Sayim, Beni Ata aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı'nda bulunan şu ita'at mektubu çok manidardır:
"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslamı tatbik ve adaleti te'sis için sizin hakimiyetinizi zaruri görüyoruz."