“35 yaşından sonra zaman akıp gidiyor, çocuklar ne zaman büyüdü ve okulu bitirdi fark edemedim” demişti benden 10 yaş büyük dostum. Bu söz söylendiğinde ben 34 yaşındaydım, başhekimlik görevim nedeniyle yoğun bir koşturmacanın içindeydim. Anaokulu öğrencisi olan oğlum sabah uyanmadan evden çıkıyordum ve o uyuduktan saatler sonra eve geliyordum. Maalesef o dönem hafızamda yeterince yer etmedi ve bugün itibariyle oğlumun o yaş sürecini hatırlama şansını kaçırdım.
En önemli varlıklarımızdan biri olan zamanı kullanma konusunda uçlardayız.
Üretken olduğumuz ve çalışma hayatımızın aktif olduğu yıllarda zamana karşı yarışıyoruz. Mesai saatleri, verilen randevular, kurulan alarmlar olmadan yaşayamaz hale geliyoruz. Biyolojik saatimiz (vücudumuzun gelen sinyaller) belirleyici olmuyor da ne zaman yemek yiyeceğimize, ne zaman yatıp uyuyacağımıza, eğleneceğimize, sosyalleşeceğimize… bize dayatılan zaman aralıkları karar veriyor. Zamanın kullanımında patronluk yapamadığımızdan dolayı da pek çok hayat olayını fark edemeden yaşıyoruz ve ömrümüzün en güzel dönemini geçiriyoruz.
Ömrümüzün “delikanlılık” döneminde ise sanki “sayılı zaman” kavramı yokmuş gibi davranıyoruz ve zamanımızı hor kullanıyoruz. Boşa geçen vaktin anlamını kavrayamadığımız gibi “bir an evvel büyüyüp adam olmak” istiyoruz.
Son demlere yaklaşırken ise zaman karşısında acı acı gülümsüyoruz ve “hayat boşmuş, geldi ve geçti” diyoruz. Artık mesainin, kolumuzdaki saatin, aldığımız notların değeri kalmıyor. Bazen bu zaman bitişine isyan ediyoruz, bazen de kabullenme ile “şu zaman geçmiyor, ah o eski günlerim” diye hüzünleniyoruz.
Hangi evrede olursak olalım, her birinde zamanımızı iyi kullanalım ve uçlarda kullanmaktan kaçınalım. Zamanımızın patronu olabilelim ki yarın muhasebesi yapıldığında hesabını verebilelim.