iltasyazilim
FD Üye
İslami ıstılah olarak iman, Peygamberimiz Hz Muhammed (sas)'in Allah (cc) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir Yani Allah'a, Hz Muhammed (sas)''in son Peygamber olduğuna ve Zarûrâtı diniyyediye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir
Zarûrâti diniyye; Peygamberimiz (sas)''den tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Müslümanın tereddütsüz inanması gerekir Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür
İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır
a) Ehli Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz Muhammed (sas)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir Çünkü bunlardan kalp ile tasdik, hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen aslî rükündil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan zâid rükündür Aslî rükün sayılan kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (enNahl, 16106) Kavli Meşhurolarak şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehli Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'leimme esSerahsî, Fahru'lİslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir Hatta İmamı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkhı Ekber Aliyyu'lKâri Şerhi, s 7677; Şerhu'lMakâred, II, 182, Şerhu'lAkâidi'nNesefiyye, s 436438)
b) Ehli Sünnet'ten cumhuru muhakkikîne göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir O halde şer'î imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir?bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada Müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir:
Allah işte bunların kalbine imanı yazdı(Mücadele, 5822);
İman henüz kalblerine girmedi(Hucurât, 4914 ve Nahl, 16106 gibi)
İmam Ebu Mansur elMaturîdi'nin tercihi de budur Özellikle, İmam Ebu'lHasan elEş'ârî ile İmamu'lHaremeyn elCüveynî ve İmam Fahru'dDin erRâzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164165)
c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (ra)'a göre Şer'î İman; İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkândır Yani, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amelFakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri fâsık, âsîsaymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir Ayrıca, abid ve zahid Müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir Biri; er geç cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder Diğeri ise, Müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren Kemâli iman, yani imanın kâmil olmasıdır Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, imanın aslını ve hakikatının değil, kemâli imanyani iman olgunluğunun tarifidir Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve Haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, age, I, 160161 ve orada zikredilen ana kaynaklar)
d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi Bunlara göre imanın hakikatı hem fiili kalp, hem fiili lisan, hem de fiili cevârihdir Yani Şer'î imanın üç rüknüvardır Bunlar; Resulullah (sas)''ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; 1) Kalp ile tasdik, 2) Dil ile ile ikrar, 3) Azalarla tatbik etmektir O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz Bu şahıs, Haricîler nazarında kafir, Mu'tezile nazarında ise, ne mümin ne de kafirdir, fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için fâsıksayılır Bu esasa göre Mu'tezile, günâhı Kebâîrden, yani büyük günahlardan birini işleyen veya vâciplerden birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez Bu gibiler için meşhur elMenziletü beyne'lmenzileteyntezini ileri sürer, bunların cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder Bu mesele, Ehli Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece katı bir iddia olup, mesnetsiz ve aklı selimden uzaktır
Bu müfsit görüşün karşısında tefridsayılan diğer bir iddia ise, Kerrâmiyyeadıyla anılanların şu görüşüdür: Şer'î imanın tek bir rüknü vardır O da tasdiki kavlîdenilen dil ile ikrardan ibarettir Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, mü'min değildir, ama ölünce cennete girebilirBu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları gerekir Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'anı Kerim'de açık olarak belirtilmiştir:
İnsanlardan öyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gününe inandıkderler; Halbuki onlar mü'min değillerdir(Bakara, 28) (1)
İcmali ve Tafsili İman:
Ehli Sünnet'e göre yukarıda açıklanan Şer'î iman iki surette teşekkül eder İcmali veya tafsilî Resulullah Hz Muhammed (sas)'in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir Bunun da en özlü ifadesi; Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunakesin olarak inanmaktır Bu iman, Kelimei Tevhidve Kelimei şehadetdiye bilinen kesin Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'rResulullahdemek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına girmenin ilk şartıdır Çünkü bu cümlede, İslâm'ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır Zira Allah Tealâ'nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz Muhammed (sas)'in de Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana İcmali imandenmiştir Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, icmali imana sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yaraşan imanın bu ilk kademesinde ve İslâm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini gücü ve takati nisbetinde öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir
Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları:
Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır:
a) Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna,
b) Hz Muhammed (sas)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna,
c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'lmevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır
Tafsili imanın ikinci derecesi; Âmentü'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, ine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kazakadere (hayır ve şerrin Allah'dan O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar, Kur'anı Kerim'de birçok ayetlerde belirtilmiştir (Bakara, 2177, 285; Nisâ, 4 136)
Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur İman, İslâm ve İhsanhakkındaki uzun hadisinde Kaza ve Kadere imanayrıca zikredilmiştir Bu hadis, Süneni Ebû Dâvud hâriç Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan bütün İslâm âlimlerince Kaza ve Kadere İman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehli Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır
Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz Muhammed (sas)'in, Allah Teâlâ tarafından Kitapve Sünnetile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (muradı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin (sas) sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman, amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur O halde tafsili imanın dereceleri, her Müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayıları İcmali imandır Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her Müslüman için gereklidir Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar
İman ile Amel Arasındaki Münasebet:
Yukarıda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehli Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında imanın hakikatı; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz Muhammed (sas)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir Nitekim Hak Teâlâ Kur'anı Kerîm'de, imankelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:
a İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı(Mücadele, 5822)
b İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)(Hucurât, 4914)
c Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde (Nahl, 16106)
Peygamberimiz (sas) ise; Lâ ilâhe illallahdemesine rağmen kâfirdirdiye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; Kelimei Tevhid'isöylediği halde, onu niçin öldürdün?diye sormuş, O bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledicevabını alınca: Onun kalbini yarıp da (imanı var mı diye) baktın mı?buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4)
Aynı âlimlere göre dil ile ikrarda, yukarıda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin Müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır
İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehli Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir Bu hususa yukarıda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:
a Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı(Bakara, 2183)
Bu ve benzeri ayetlerde (bk Bakara, 2153, 187; Âli İmrân 359; Enfâl, 820, 27; Nûr, 2421; Ahzâb, 3370; Cum'a, 629) önce iman edenlerdiye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir
b İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz(Nisâ, 957)
Bu ve benzeri ayetlerde (Bakara, 2227; Yunus 109; Hûd, 1123; Lokman, 318; Fussilet 418; Buruç, 85 11; Beyyine, 987; Ankebut, 297, 9, 58; Fâtır, 357; Şûrâ, 4222) salih amel imana atfediliyor ki; Arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir Yani âtıf işlemi, ma'tûile ma'tûfun aleyhin başka başka manada olmasını gerektirir O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir
c Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse(Tâhâ, 20 112)
Bu âyeti kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir
d Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz(Hucurât, 499)
Bu ayeti kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri mü'mindiye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir
Bu ve benzeri ayeti kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir
Yukarıda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır (2)
Amel, her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (sas)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rızai ilâhîyi kazandırır O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir
Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız bir kalp ve vicdan işi olan iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir
Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, salih amel adıyla anılan iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur Bu bakımdan, yukarıda belirtildiği gibi Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür
Dipnotlar:
(1) bk bk İmamu'lHarameyn elCüveyni, Kitabu'lİrşad 396, Ali Arslan Aydın, age, 158167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller
(2) bk Fıkhı Ekber, Aliyyu'lKarî Şerhi, s 80; Tefsîri Kebir, I, 249; Şerhu'lMakâsıd, II, 187; Şerhi Mevâkıf, c III, s 248
Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilirForumTR üyesi olmak için tıklayınız
Zarûrâti diniyye; Peygamberimiz (sas)''den tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her Müslümanın tereddütsüz inanması gerekir Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür
İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır
a) Ehli Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz Muhammed (sas)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir Çünkü bunlardan kalp ile tasdik, hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen aslî rükündil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan zâid rükündür Aslî rükün sayılan kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (enNahl, 16106) Kavli Meşhurolarak şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehli Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'leimme esSerahsî, Fahru'lİslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir Hatta İmamı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkhı Ekber Aliyyu'lKâri Şerhi, s 7677; Şerhu'lMakâred, II, 182, Şerhu'lAkâidi'nNesefiyye, s 436438)
b) Ehli Sünnet'ten cumhuru muhakkikîne göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir O halde şer'î imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir?bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada Müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir:
Allah işte bunların kalbine imanı yazdı(Mücadele, 5822);
İman henüz kalblerine girmedi(Hucurât, 4914 ve Nahl, 16106 gibi)
İmam Ebu Mansur elMaturîdi'nin tercihi de budur Özellikle, İmam Ebu'lHasan elEş'ârî ile İmamu'lHaremeyn elCüveynî ve İmam Fahru'dDin erRâzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164165)
c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (ra)'a göre Şer'î İman; İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkândır Yani, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amelFakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri fâsık, âsîsaymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir Ayrıca, abid ve zahid Müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir Biri; er geç cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder Diğeri ise, Müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren Kemâli iman, yani imanın kâmil olmasıdır Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, imanın aslını ve hakikatının değil, kemâli imanyani iman olgunluğunun tarifidir Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve Haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, age, I, 160161 ve orada zikredilen ana kaynaklar)
d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi Bunlara göre imanın hakikatı hem fiili kalp, hem fiili lisan, hem de fiili cevârihdir Yani Şer'î imanın üç rüknüvardır Bunlar; Resulullah (sas)''ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; 1) Kalp ile tasdik, 2) Dil ile ile ikrar, 3) Azalarla tatbik etmektir O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz Bu şahıs, Haricîler nazarında kafir, Mu'tezile nazarında ise, ne mümin ne de kafirdir, fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için fâsıksayılır Bu esasa göre Mu'tezile, günâhı Kebâîrden, yani büyük günahlardan birini işleyen veya vâciplerden birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez Bu gibiler için meşhur elMenziletü beyne'lmenzileteyntezini ileri sürer, bunların cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder Bu mesele, Ehli Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece katı bir iddia olup, mesnetsiz ve aklı selimden uzaktır
Bu müfsit görüşün karşısında tefridsayılan diğer bir iddia ise, Kerrâmiyyeadıyla anılanların şu görüşüdür: Şer'î imanın tek bir rüknü vardır O da tasdiki kavlîdenilen dil ile ikrardan ibarettir Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, mü'min değildir, ama ölünce cennete girebilirBu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları gerekir Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'anı Kerim'de açık olarak belirtilmiştir:
İnsanlardan öyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gününe inandıkderler; Halbuki onlar mü'min değillerdir(Bakara, 28) (1)
İcmali ve Tafsili İman:
Ehli Sünnet'e göre yukarıda açıklanan Şer'î iman iki surette teşekkül eder İcmali veya tafsilî Resulullah Hz Muhammed (sas)'in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir Bunun da en özlü ifadesi; Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunakesin olarak inanmaktır Bu iman, Kelimei Tevhidve Kelimei şehadetdiye bilinen kesin Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'rResulullahdemek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına girmenin ilk şartıdır Çünkü bu cümlede, İslâm'ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır Zira Allah Tealâ'nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz Muhammed (sas)'in de Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana İcmali imandenmiştir Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, icmali imana sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yaraşan imanın bu ilk kademesinde ve İslâm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini gücü ve takati nisbetinde öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir
Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları:
Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır:
a) Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna,
b) Hz Muhammed (sas)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna,
c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'lmevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır
Tafsili imanın ikinci derecesi; Âmentü'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, ine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kazakadere (hayır ve şerrin Allah'dan O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar, Kur'anı Kerim'de birçok ayetlerde belirtilmiştir (Bakara, 2177, 285; Nisâ, 4 136)
Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur İman, İslâm ve İhsanhakkındaki uzun hadisinde Kaza ve Kadere imanayrıca zikredilmiştir Bu hadis, Süneni Ebû Dâvud hâriç Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan bütün İslâm âlimlerince Kaza ve Kadere İman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehli Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır
Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz Muhammed (sas)'in, Allah Teâlâ tarafından Kitapve Sünnetile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (muradı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin (sas) sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman, amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur O halde tafsili imanın dereceleri, her Müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayıları İcmali imandır Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her Müslüman için gereklidir Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar
İman ile Amel Arasındaki Münasebet:
Yukarıda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehli Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında imanın hakikatı; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz Muhammed (sas)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir Nitekim Hak Teâlâ Kur'anı Kerîm'de, imankelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:
a İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı(Mücadele, 5822)
b İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)(Hucurât, 4914)
c Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde (Nahl, 16106)
Peygamberimiz (sas) ise; Lâ ilâhe illallahdemesine rağmen kâfirdirdiye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; Kelimei Tevhid'isöylediği halde, onu niçin öldürdün?diye sormuş, O bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledicevabını alınca: Onun kalbini yarıp da (imanı var mı diye) baktın mı?buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4)
Aynı âlimlere göre dil ile ikrarda, yukarıda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin Müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır
İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehli Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir Bu hususa yukarıda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:
a Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı(Bakara, 2183)
Bu ve benzeri ayetlerde (bk Bakara, 2153, 187; Âli İmrân 359; Enfâl, 820, 27; Nûr, 2421; Ahzâb, 3370; Cum'a, 629) önce iman edenlerdiye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir
b İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz(Nisâ, 957)
Bu ve benzeri ayetlerde (Bakara, 2227; Yunus 109; Hûd, 1123; Lokman, 318; Fussilet 418; Buruç, 85 11; Beyyine, 987; Ankebut, 297, 9, 58; Fâtır, 357; Şûrâ, 4222) salih amel imana atfediliyor ki; Arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir Yani âtıf işlemi, ma'tûile ma'tûfun aleyhin başka başka manada olmasını gerektirir O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir
c Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse(Tâhâ, 20 112)
Bu âyeti kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir
d Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz(Hucurât, 499)
Bu ayeti kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri mü'mindiye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir
Bu ve benzeri ayeti kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir
Yukarıda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır (2)
Amel, her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (sas)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rızai ilâhîyi kazandırır O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir
Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız bir kalp ve vicdan işi olan iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir
Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, salih amel adıyla anılan iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur Bu bakımdan, yukarıda belirtildiği gibi Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür
Dipnotlar:
(1) bk bk İmamu'lHarameyn elCüveyni, Kitabu'lİrşad 396, Ali Arslan Aydın, age, 158167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller
(2) bk Fıkhı Ekber, Aliyyu'lKarî Şerhi, s 80; Tefsîri Kebir, I, 249; Şerhu'lMakâsıd, II, 187; Şerhi Mevâkıf, c III, s 248
Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilirForumTR üyesi olmak için tıklayınız