HZÖMER'İN KERAMETİ
LEFT
“KÜÇÜK MUHAREBEDEN BÜYÜK MUHAREBEYE DÖNDÜK SÖZÜNÜN TEFSİRİ LEFT
Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil İçerideki aslan öyle tavşan maskarası olmaz Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz
Taşlar, taş yürekli kafirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu denir O kurt ve sırtlan gibi “Hayır doymadım der İşte ateş, işte sana hararet! Bütün bir alemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu diye bağırır
Nihayet Hak onun üstüne Lamekan aleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır Onun için cüziler daima küllün tabiatındadır Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’ın ayağıdır Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar Bu yayın ters ve eğri okları da vardır Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok
Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamberle beraber büyük muharebedeyiz Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım
Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır Asıl aslan nefsini mağlup edendir “
Bunun hakkında sen bir hikaye dinle de sözümden hisse al:
Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim dedi
Halk dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü ancak aydın canıdır
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var
Kardeş onun köşkünü nasıl görebilesin? Gönül gözünde kıl bitmiş Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet Kimin canı heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergahını görür
Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş, oldukça “Semme vechullahı nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya yok değildir Kusur, ancak şom nefsin parmağında Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör
Nuh’un ümmeti, Nuh’a “nerede sevap dediler Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette Elbiselerinizi bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz dedi
İnsan gözden ibarettir Geri kalanı bir deridir Göz de dostu gören göze derler İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi Böyle adam Süleyman bile olsa karınca ondan yeğdir
Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş diyordu
Candan kul olmak için onu aradı Şüphesiz, arayan bulur Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ; hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör dedi Elçi oraya gelip uzakta durdu Ömer’i görünce titremeye başladı
O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü
Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum Onlardan korkmaz, ürkmezdim Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi
Bu adam silahsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi azam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet şu abalı adamdan gelmiyor dedi
Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı
Elçi Ömer’i tazim etti, ona selam verdi Peygamber “önce selam sonra söz demiştir
Ömer, selamı alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu
Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar “Korkmayın sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir Ve bu yemek tam onlara layıktır
Korkusu olmayana nasıl korkma dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı Elçiye makam nedir? Hal neye derler? Anlasın bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lütuf ve ihsanları nakletti
Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir
Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha mahsustur Gelin, havassa da cilve eder, avama da Ama onunla halvete giren ancak padişahtır
Sufiler içinde hal ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir Ömer elçiye can mevzilerini söyledi, ruh seferlerini anlattı
Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından Ruh simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti Ruhun, o alemde bir uçuşu ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı
Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı Yolcu çevikti, at da kapıdaydı O mürşit, onun irşat edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu temiz yere ekti
Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi? diye sordu Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikayeler söyledi
Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık alemine konarlar Yok olanlar, onun afsunu ile varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer
Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi Cisme bir ayet okudu, can oldu Güneşe bir şey söyledi parladı Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler yüzüne yüzlerce perde iner O kelam sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir Bu süretle onu iki şüphe arasında hapseder “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu? der İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır
Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıka Ki Tanrı’nın o muammalarını anlasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz
Can kulağı ile can gözü, zahiri duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır Akıl ve duygu kulağı bu hususta muhlistir
Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı Aşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkar yahut takyid eylediHalbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil Bu, ayın tecellisidir bulut değil Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler
Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir Sen dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme! Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir Ekmek sofrada durduğu müddetçe cansızdır Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkansızdır Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir? İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle madenlerle yarıp delmekte Dağ yaran (Ferhat) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de ayı ikiye bölmektir
Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider
Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi Sual de mahvoldu cevapta hatadan da kurtuldu, doğrudan daAslı anladı, ferilerden geçti Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:
Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne? dedi
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin) Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da
Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok! Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol de!
Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu Sel denize kavuştu deniz oldu Tane ekinliğe vardı ekin oldu
Ekmek Adem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilinceiyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi
Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın
Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!)
Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağımıdır ki?
Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi Sual de mahvoldu cevapta hatadan da kurtuldu, doğrudan daAslı anladı, ferilerden geçti
Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:
Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne? dedi
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin) Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledinSen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol de!
Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok
Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu Sel denize kavuştu deniz oldu Tane ekinliğe vardı ekin oldu
Ekmek Adem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı
Sürme taşı, (dövülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi
Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın
Kuran; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!) Kuran’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrıya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağımıdır ki?
':bilgilihocamcommesnevi2htm'Mesnevi'den Hikayeler
LEFT
“KÜÇÜK MUHAREBEDEN BÜYÜK MUHAREBEYE DÖNDÜK SÖZÜNÜN TEFSİRİ LEFT
Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil İçerideki aslan öyle tavşan maskarası olmaz Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz
Taşlar, taş yürekli kafirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu denir O kurt ve sırtlan gibi “Hayır doymadım der İşte ateş, işte sana hararet! Bütün bir alemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu diye bağırır
Nihayet Hak onun üstüne Lamekan aleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır Onun için cüziler daima küllün tabiatındadır Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’ın ayağıdır Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar Bu yayın ters ve eğri okları da vardır Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok
Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamberle beraber büyük muharebedeyiz Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım
Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır Asıl aslan nefsini mağlup edendir “
Bunun hakkında sen bir hikaye dinle de sözümden hisse al:
Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim dedi
Halk dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü ancak aydın canıdır
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var
Kardeş onun köşkünü nasıl görebilesin? Gönül gözünde kıl bitmiş Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet Kimin canı heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergahını görür
Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş, oldukça “Semme vechullahı nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya yok değildir Kusur, ancak şom nefsin parmağında Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör
Nuh’un ümmeti, Nuh’a “nerede sevap dediler Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette Elbiselerinizi bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz dedi
İnsan gözden ibarettir Geri kalanı bir deridir Göz de dostu gören göze derler İnsan dostu görmeyince kör olsun, daha iyi Böyle adam Süleyman bile olsa karınca ondan yeğdir
Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş diyordu
Candan kul olmak için onu aradı Şüphesiz, arayan bulur Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ; hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör dedi Elçi oraya gelip uzakta durdu Ömer’i görünce titremeye başladı
O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü
Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum Onlardan korkmaz, ürkmezdim Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi
Bu adam silahsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi azam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet şu abalı adamdan gelmiyor dedi
Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı
Elçi Ömer’i tazim etti, ona selam verdi Peygamber “önce selam sonra söz demiştir
Ömer, selamı alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu
Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar “Korkmayın sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir Ve bu yemek tam onlara layıktır
Korkusu olmayana nasıl korkma dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki! Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı Elçiye makam nedir? Hal neye derler? Anlasın bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lütuf ve ihsanları nakletti
Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir
Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha mahsustur Gelin, havassa da cilve eder, avama da Ama onunla halvete giren ancak padişahtır
Sufiler içinde hal ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir Ömer elçiye can mevzilerini söyledi, ruh seferlerini anlattı
Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından Ruh simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti Ruhun, o alemde bir uçuşu ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı
Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı Yolcu çevikti, at da kapıdaydı O mürşit, onun irşat edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu temiz yere ekti
Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi? diye sordu Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikayeler söyledi
Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık alemine konarlar Yok olanlar, onun afsunu ile varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer
Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi Cisme bir ayet okudu, can oldu Güneşe bir şey söyledi parladı Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler yüzüne yüzlerce perde iner O kelam sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir Bu süretle onu iki şüphe arasında hapseder “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu? der İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır
Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıka Ki Tanrı’nın o muammalarını anlasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz
Can kulağı ile can gözü, zahiri duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır Akıl ve duygu kulağı bu hususta muhlistir
Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı Aşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkar yahut takyid eylediHalbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil Bu, ayın tecellisidir bulut değil Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler
Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir Sen dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme! Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir Ekmek sofrada durduğu müddetçe cansızdır Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkansızdır Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir? İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle madenlerle yarıp delmekte Dağ yaran (Ferhat) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de ayı ikiye bölmektir
Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider
Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi Sual de mahvoldu cevapta hatadan da kurtuldu, doğrudan daAslı anladı, ferilerden geçti Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:
Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne? dedi
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin) Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da
Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok! Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol de!
Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu Sel denize kavuştu deniz oldu Tane ekinliğe vardı ekin oldu
Ekmek Adem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilinceiyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi
Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın
Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!)
Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağımıdır ki?
Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi Sual de mahvoldu cevapta hatadan da kurtuldu, doğrudan daAslı anladı, ferilerden geçti
Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:
Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne? dedi
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin) Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledinSen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür değildir Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol de!
Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok
Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu Sel denize kavuştu deniz oldu Tane ekinliğe vardı ekin oldu
Ekmek Adem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı
Sürme taşı, (dövülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi
Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın
Kuran; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!) Kuran’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrıya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir Zaten halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağımıdır ki?
':bilgilihocamcommesnevi2htm'Mesnevi'den Hikayeler